Hem dünyada hem Türkiye’de feministler ve kuir siyaset içinde büyüyen, özellikle sosyal medyada harlanan bir tartışma mevcut. Bu anlaşmazlıkların temelinde, özellikle cinsiyet ve toplumsal cinsiyet kavramlarıyla bunların birbiriyle ilişkisinin farklı yorumları yatıyor. Damla Karagöl, bir moleküler biyolog ve feminist olarak hem cinsiyetin ne olduğuna dair somut bilgilerini hem de son dönemdeki tartışmalar üzerine değerlendirmelerini Varlık dergisinin Ekim 2019 sayısı için yazmıştı. Biz de derginin izniyle feminist vesvese sayfalarına taşıyoruz:
İngiltere’de Öz-Kimlik Tartışmalarının Kısa Bir Tarihçesi
2002 yılında Birleşik Krallık vatandaşı Christine Goodwin, kendisini yasalar önünde kadın olarak tanımamakta direten İngiltere hükümetini Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne şikâyet eder. Türkiye Cumhuriyeti’nde ilk kez 1988 yılında Medeni Kanun’da yapılan bir değişiklikle tanınan cinsiyet değiştirme hakkını 2004 yılında hâlâ anayasal güvence altına almamış olan İngiltere hükümetinin bu tutumu, “Herkes, özel yaşamına ve aile yaşamına, konutuna ve haberleşmesine saygı gösterilmesi hakkına sahiptir,” diyen Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 8. maddesine aykırıdır.
Mahkemenin de “Birleşik Krallık’ta (o tarihte) transseksüel bireylerin tahmini sayısının 2000-5000 arası olduğu düşünüldüğünde bir yasal düzenlemenin tüm sistemi altüst etme tehdidi içermeyeceğini ve yasal karşıtlıklar ortaya çıksa dahi bunların tamamen geçiş yapmış, postoperatif transseksüellerin davasına uyarlandığında aşılabileceğini” belirterek şikâyeti kabul etmesiyle İngiltere parlamentosunda gerekli değişikliklerin yapılması hazırlıkları başlar ve 2004 yılının sonlarına doğru Cinsiyet Kimliği Tanıma Kanunu kamuoyuna tanıtılır.
Çok geçmeden, Nisan 2005’te yürürlüğe giren bu kanuna göre, gerekli başvuruları yaptıktan sonra tanı kriterlerini karşılayarak “cinsiyet disforisi” olduğunu kanıtlayan bireyler Cinsiyet Tanıma Sertifikası edinmeye hak kazanırlar. Bu da kimliklerini değiştirmeleri ve evlilik başta olmak üzere tüm kanuni haklarını talep etmeleri için gerekli yasal zemini oluşturur.
Burada bahsedilen “cinsiyet disforisi” için bir parantez açalım. Yunancada katlanılması zor, aşırı acı anlamına gelen dusphoros’tan gelen “disfori”; majör depresif bozukluk, bipolar bozukluk gibi mental hastalıkların eşliğinde ya da premenstrüel disfori ve postkoital disforide olduğu gibi bağımsız bir duygudurum bozukluğu olarak ortaya çıkan mutsuzluk halidir. Cinsiyet disforisi ya da cinsiyetinden hoşnut olmama da uzun yıllar bu klinik küme içinde tedavi edilmesi gereken patolojik bir mutsuzluk olarak görülmüştür. Yasanın çıktığı 2005 yılında, bedensel cinsiyet ve cinsiyet kimliğinin uyumlu olmasını hâlâ bir norm olarak tanımlayan hâkim görüşün gölgesinde, transseksüellere ancak tanınmış olan bu hak aslında “tedavi olma” hakkıdır.
Dirençli aktivistlerin uzun uğraşları ve onların tezlerine uyumlu sonuçlar ortaya koyan araştırmaların ikna edici birlikteliği sonucunda bu hatalı bakış açısı geçerliliğini aşama aşama yitirir.
2013 yılında, Amerikan Psikiyatri Birliği tarafından hazırlanan ve tüm dünyada psikiyatrların kullandığı evrensel tanı kriterlerini düzenleyen Ruhsal Bozuklukların Tanısal ve İstatistiksel El Kitabı’nın 5. baskısında ilk kez transseksüellik bir mental hastalık olarak yer almaz. Mayıs 2019’da da Dünya Sağlık Örgütü’nün yayımladığı elkitabında cinsiyet disforisi mental hastalıklar kategorisinden çıkarılmıştır.
Bir yanda bu gelişmeler sürerken, Birleşik Krallık’ta bir vatandaşın kişisel hukuk mücadelesinin açtığı yolun sonunda ancak çıkarılan Cinsiyet Kimliği Tanıma Kanunu, transseksüelliği hâlâ mental bir hastalık olarak değerlendirmekte ve başvuran vatandaşlarından cinsiyet disforisi teşhisi, detaylı tıbbi tedavi raporu, en az iki yıl yeni cinsiyet kimliğiyle yaşadığını kanıtlayan resmî evraklar ve bu kimlikle ölene kadar yaşamaya niyetli olduğunu ifade ettiği yasal beyanname gibi yıldırıcı bürokratik taleplerde bulunmaya devam etmektedir. Değişime olan ihtiyaç inkâr edilemez boyuttadır. Ülkedeki tartışmaları yakından takip eden Uluslararası Af Örgütü de 2018 yılında yasanın insan hakları ihlali olduğunu belirterek düzenlenmesi çağrısında bulunur.
Trans aktivistlerin o tarihte gelişmiş ülkelerin bazılarında uygulanmaya başlamış “cinsiyet kimliği yasası” talebiyle süreç başka bir boyuta taşınır. Cinsiyet kimliği yasası, kişinin kısaca herhangi bir prosedüre gerek olmaksızın, yalnızca ait olduğu cinsiyeti beyan ederek kimliğini değiştirmesini sağlayan kanundur.
Teorik kısmı oldukça basit olan bu kanunun pratik kısmına dair uygulandığı ülkelerde de halihazırda var olan tartışmalar zinciri böylelikle Birleşik Krallık’a sürüklenir.
En büyük itiraz odağı, biyolojik cinsiyeti erkek olan trans kadınların cis (biyolojik ve toplumsal cinsiyeti aynı) kadınların alanlarına dahil edilme biçimleridir. Trans erkeklerin aksine, trans kadınların koşulsuzca erişimine açılması öngörülen alanlar doğası gereği dezavantajlı bir grubun yaşam koşullarını eşitlemek için tasarlanmış alanlardır ve özellikle de herhangi bir bedensel değişiklik geçirmemiş trans kadınların müsabakalarda yalnızca cis kadın sporculardan oluşan takımlar, şiddet mağduru kadın sığınakları ya da hapishanelerdeki koğuşlarının da bir parçası olduğu bu alanlarda yer almaları çeşitli soruları beraberinde getirmektedir.
The Guardian gazetesine demeç veren Reading Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim üyeleri Rosa Freedman ve Rosemary Auchmuty de bu kaygıyı dile getirirler: “Yasal tanıma sürecine yönelik reformlar etkilenen tüm insanların ihtiyaçlarını dikkate almalı ve kaygılanan herkesin haklarının korunduğunu taahhüt etmeli. Biz biyolojik cinsiyet ve toplumsal cinsiyet arasındaki ayrımın korunmasının öz-kimliğe (kişinin beyan ettiği toplumsal cinsiyet kimliğiyle özdeşleşmesine) izin verirken aynı zamanda kadınların haklarının da korunmaya devam etmesini öneriyoruz.”
Aynı zamanda bir trans hakları aktivisti olan Manchester Hukuk Fakültesi’nden Stephen Whittle ise bireyin edindiği cinsiyetinin zaten sınırlı bir yasal düzeyde tanındığını ve tıbbi mahremiyet, evlilik ve emeklilik gibi temel hakları düzenlediğini belirterek bu kaygılara karşı çıkar: “İrlanda, Arjantin, Belçika, Kaliforniya, Kolombiya, Danimarka, Norveç ve Malta cinsiyet kimliğini yasal olarak tanımak için kişisel beyanı esas alıyor. Trans hakları grubu Press for Change’in cinsiyet tanıma üzerine danışma için yaptığı henüz yayımlanmamış bir araştırmasına göre bu ülkelerde söz konusu yasal değişikliğe karşı Birleşik Krallık’ta gördüğümüz feminist olumsuz tepki görülmemiş.”
Whittle’ın bu sözlerinin İngiliz gazetesinde yer aldığı 19 Ekim 2018’den bu yana geçen bir yılın sonunda, kaygılananların hem haklı hem de kaygı duymaları nedeniyle suçlu olacakları ironik bir noktaya gelindi.
Feminist Hareket ve Kuir Hareketin Yol Ayrımı
Mor rengin Roma İmparatorluğu’yla olan ilişkisini ikinci sıraya atması ve 8 Mart’ın takvimlerde anlamlı bir gün olarak yer almasını sağlamasının ötesinde, feminist hareketin insanlığa en büyük hediyelerinden biri, kadınlık ve erkekliğin doğuştan gelen bir kimlik olmadığını, biyolojik cinsiyetlerle ilişkilendirilmiş cinsiyet rollerinin “toplumsal bir inşa” olduğunu ortaya koyan cinsiyet kuramıdır. Felsefe tarihinde de önemli bir yeri olan bu kurama göre bedenimize dayanarak tanımlanan ve erkek ya da dişi olarak adlandırılmamızı sağlayan biyolojik cinsiyetimizdir, bunların üzerinden kapsamı ataerkil bakış açısıyla belirlenmiş kadınlık ya da erkeklik kodlarının dayatılması sonucu edindiğimiz kimlik ise toplumsal cinsiyetimizdir. Bu kimlikler üzerinden inşa edilmiş bir hiyerarşinin içinde, ikinci sırada olma nedeninin “özümüzde” olduğu anlatısıyla çepeçevre sarılırız. Söz konusu özle bağdaşmayan her kimliği ve yönelimi dışlayan bu anlatının kurbanları cis ya da trans, homoseksüel ya da heteroseksüel, kendisini herhangi bir cinsiyete ait olarak tanımlamayan ya da akışkan bir cinsiyet kimliği olan, kısacası bu normatifliğe aykırı şekilde var olma suçu işleyen her bireydir.
Trans aktivizm, öz-kimlik yasasının temelini oluşturan “cinsiyet kimliği” üzerinden ortaya koyduğu bambaşka bir tezle bu kuramı tersyüz eder ve özden gelen ve inşa edilenin yerlerini değiştirerek asıl olanın beyan edilen kimlik, sonradan atananın ise biyolojik cinsiyet olduğunu öne sürer.
İsmini 1969 yılında LGBTİ+ aktivistlerin polis baskını karşısında üç gün süren ve onur yürüyüşlerine ilham veren tarihî bir direniş sergilediği Stonewall Inc isimli bardan alan ve kuir hareket içinde tartışılmaz bir ağırlığı olan Birleşik Krallık merkezli yardım kurumu Stonewall’un kavram sözlüğünde “cinsiyet kimliği” şöyle tanımlanır: “Bireyin kendisine doğumda atanmış cinsiyetiyle uyum gösterebilen veya göstermeyebilen, kadın, erkek ya da farklı bir cinsiyette olduğuna dair doğuştan hissi.”
Bu doğuştanlığın nasıl olduğuna dair kesin bir yanıt yoktur. Biyolojik cinsiyetin, dahası biyolojinin hiç katkısının olmadığı iddia edilen, henüz dünyaya gelmeden önce sahip olunduğu için toplumsal etkilerin payı olması ihtimaline de kapalı, bir yönüyle metafizik bir özden bahsedilmektedir. Cinsiyeti kromozomlar, iç ve dış genital organlar, hormonlar ve cinsiyet karakteristikleri gibi maddi gerçeklikler üzerinden tanımlayan biyolojinin metodolojisini bu teze uyum sağlamadığı için reddeden bu yeni tanım; biyolojik cinsiyet kavramını ondan yalnızca doğuştan olma niteliğini ödünç alarak devredışı bırakır ve sadece bu bahsedilen özü, doğuştan gelen kimlik kavramını temel alır.
Aktivistler bu noktada bilime karşı belirli ve ortaklaşılmış bir tavır içinde de değillerdir. Kendisi de bir biyolog olan ve biyolojinin ikili cinsiyet sistemini terk etmesi gerektiğini bulgularla öne süren trans aktivist Julia Serano’nun bilimsel metodolojiyle itiraz ettiği bir uçtan bilimsel bilginin epistemolojik eleştirisini hatırlatarak normatifliğini tartışmaya açan bir başka uca, tepkiler geniş bir spektrum içinde çeşitlenir. Bu spektrumda medyan olarak kabul edilebilecek hâkim görüş ise bilimsel bilgiyi kategorik olarak reddetmez fakat biyolojik cinsiyetlerin biyologlar tarafından atanmış, maddi karşılığı olmayan kavramlar olduğunu öne sürer. Bu görüş genellikle bilimin iktidarla olan ilişkisi göz önünde bulundurularak, ikili cinsiyet sisteminin patriyarka tarafından baskı aracı olarak kullanılmak üzere ortaya çıkarılmış olabileceği şüpheleriyle genişletilir.
Bilimin teorik tartışmalarda yanlış tarafta durduğu gerekçesiyle yargılanması elbette ilk kez rastlanan bir durum değildir. Ürettikleri bilgiyle sosyal kuramlarda da referans verilen biyologlar özellikle teoloji tartışmalarında sıklıkla kendine yer bulan evrim teorisi üzerinden bu sorgulamalarla sıkça karşılaşırlar. Bu tez üzerinden sağlıklı bir yargılama yapabilmek için önce cinsiyetlerin nasıl tanımlandığına bakmak gerekir.
Biyolojik cinsiyetler, basitçe, bir varlığın “canlı” olma niteliğini kazanması için gereken temel şartlardan biri olan üremeyi nasıl gerçekleştirdiğini anlamak adına ortaya konmuş kavramlardır. Canlıların önemli bir kısmı bunu bir eşeyle yapar. İki eşeye ait kalıtım materyali bir araya gelerek yeni bir genetik birleşime sahip yavruyu meydana getirir. Tek hücreli canlılarda hücre içinde bulunan bir gen ürününün tipine göre canlının hangi eşey olduğu saptanır. Örneğin, bir maya türü olan S. Cerevisiae’da İngilizce mating (çiftleşme) sözcüğüne referansla MAT olarak adlandırılan gen ürününün a ya da alfa oluşuna göre maya MATa ya da MAT alfa eşeyi olarak tanımlanır. Canlıların gelişmişliği arttıkça ve üremeyle ilişkili yapılar da sayıca ve çeşitçe çoğalır ve artık bunların bir araya gelerek ifade ettiği bir cinsiyetten söz edilmeye başlanır. Gelişmiş canlılar için sabit iki cinsiyetten bahsetmemizin nedeni üremenin yalnızca ve en fazla iki eşeyin bir araya gelmesiyle mümkün olan bir eylem olmasıdır.
Yüksek yapılı canlılar arasında farklı düzeylerde bilincin ortaya çıkması ve popülasyonları içinde belirli sosyal yapıların inşa edilmeye başlanmasıyla, eşcinsel yönelimler gibi biyolojik cinsiyetin evrimsel olarak açıklanan var olma nedeninin ötesine geçen davranışlar görülmeye başlanır. Bunlar, en yüksek bilinç düzeyine erişmiş canlı olan ve Latince “düşünmek” anlamına gelen sapere fiiline referansla “düşünen, akıllı insan” ismini alan Homo sapiens ya da diğer deyişle modern insan popülasyonunda, içine doğduğumuz toplumda daha geniş varyasyonlar halinde karşımıza çıkar.
Biyolojik cinsiyetler bu popülasyonlarda işlevlerini yitirmezler. Canlılar bu sosyal yapı içinde en basit canlılık ölçütlerini sağlamaya, örneğin metabolik faaliyetlerini yürütmeye, büyümeye ve gelişmeye, etik nedenlerle reddetmiyorlarsa üremeye ve uyum sağlamaya ya da daha popüler bir deyişle evrim geçirmeye devam ederler.
Yalnızca cinsiyet kimlikleri artık salt biyoloji için bir anlam içerme zorunluluğu olmayan; antropoloji, sosyoloji, psikoloji ve feminist kuramın da dahil olduğu düşünüldüğünde felsefe gibi beşeri disiplinleri de açıklama yapma sorumluluğuna ortak eden yapılardır. Leuven Üniversitesi’nde evrimsel biyoloji çalışmalarını sürdüren Prof. Arnold De Loof’un “Yalnızca iki biyolojik cinsiyet formu fakat birçok toplumsal cinsiyet varyantı var: Nasıl açıklanır?” başlıklı sayfalar süren makalesinin oldukça yorgun geçen bir okuma sürecinin ardından sonuna yaklaşırken gördüğüm ve beni o noktada çok güldüren basitlikte bir cümlesiyle de ifade edebileceğimiz gibi: “Homo karmaşık davranan bir canlıdır.”
Bugüne dek, “homo”ya dair hiçbir farklılık; bizi onu taksonomide koyduğumuz yerinden çıkarmamız, biyolojisinden bağımsız bir varlık olarak tanımlamamız gerektiğine ya da diğer bir ifadeyle o klasik münazarayı “nurture”un kazandığına ikna etmedi. Biyolojik ve toplumsal gerçeklikler arasındaki rasyonel ayrımlar deterministik bir bakış açısına sürüklenmemizin ve bunun üzerinden çeşitli ayrımcılık pratiklerini meşrulaştırmamızın önüne geçti.
Biyolojik ve toplumsal cinsiyet arasındaki karmaşık ilişkiyi de doğal ve beşeri bilimlerin işbirliğiyle gün geçtikçe artan bir berraklıkta açıklamaya devam ettik.
Dolayısıyla bu radikal tez, yukarıda durdukları yeri tarif ettiğimiz bilim insanları tarafından bir ihtiyaç nedeniyle ortaya konmuş değil. Buna karşılık, aktivistler tarafından mücadelelerinin temeli haline getirilmek üzere ortaya konmuş bu tez ışığında neredeyse tüm yaşam bilimi tarihi, bizi yüz yıl öncekinden daha katı bir özcülüğe sürükleme tehlikesinin yanı sıra, 21. yüzyıl değerleriyle de temelden celişecek homosentrik bir bakış açısıyla yeniden yazılıyor. Maddi gerçekliklerin inşa, inşa olduğu ortaya konan gerçekliklerin ise yeni maddi gerçeklikler olarak yeniden tanımlandığı karmaşık bir matriste kendimizi uzun tarihçesi sıfırlanmış anlamlandırma çabamızın içinde, yeni bir kökende buluyoruz.
Bu bakış açısıyla hayvanların da cinsiyetlerinin kurgusal olduğu tartışmalarının yapıldığı Twitter’da “dünyanın ilk cinsiyeti atanmamış penguenini” müjdeleyen bir internet sitesi haberine Oxford Üniversitesi’nde hayvanlarda çiftleşme üzerine çalışan zoolog Ellen Pasternack’in yaptığı sarkastik yorumu ekleyerek bu başlığa nokta koyalım:
“Elbette bugüne dek tüm canlılara cinsiyetlerini biz atadık. Onlara hangi cinsiyette olduklarını söylemeseydik hangisi yumurtlayan taraf olduğunu bilemeyecekti.”
Trans Dışlayıcı Radikal Feminizm Tartışmaları
Heidi Hartmann; Marksizm’le Feminizm’in Mutsuz Evliliği’nde, bu iki hareketin Marksistler tarafından bir araya getiriliş biçiminde Marksizm’in nasıl merkeze alındığından ve feminizmin tali unsur olarak nasıl eritildiğinden bahsederken nüktedan bir İngiliz evliliği analojisi kullanır. Evliliği “karı ve koca birdir, o bir de kocadır” şeklinde formülize eden İngiliz örfi yasasında olduğu gibi, Marksizm ve feminizm birdir ve o da Marksizm’dir.
Şimdi aynı İngiliz evliliği, bu yeni kuir cinsiyet kuramıyla feminist cinsiyet kuramı arasında yaptırılmak isteniyor. Buna karşı çıkan feministler ise “trans dışlayıcı radikal feminist” ya da hepimizin artık aşina olduğu kısaltılmış şekliyle TERF yaftasıyla karşı karşıya kalıyorlar.
Bu yazıdan önce tartışmalardan haberdar olmuş herkesin aşina olduğu TERF terimi; aslında ilk kez 2008 yılında, o yıl düzenlenen Michigan Kadın Müzik Festivali’ne trans kadınların alınmak istenmemesi üzerine (blogunda yaşanan tartışmalar esnasında) Viv Symthe tarafından kullanılan bir kısaltma. “Trans kadınları hiçbir şekilde kadın olarak kabul etmeyen ve kızkardeşlik içinde yerleri olmadığını savunan” radikal feministleri işaret etmek için her seferinde uzun uzun yukarıdaki dört kelimeyi yazmak yerine başharflerini birleştirmeye karar vermesiyle ileride olacaklardan habersiz, bu sözcüğün internet tarihindeki ilk kaydı orada düşülmüş.
Viv Symthe’in 28 Kasım 2018’de yine The Guardian’a “…çok uzun zaman önce bu özel tartışmayı (ve beni) aştı ve zaman zaman hem feminist/kadın alanlarına transların dahil edilmesini savunanlar hem de kadınlara özel alanlardan transların dışlanması için çalışanlar tarafından bir silah olarak kullanılmaya başlandı” sözleriyle ifade ettiği şekilde, aradan geçen on yılda bu sözcük uzun ve beklenmedik bir yol almış. O tarihten bu yana geçen bir yıl içinde yaşananlara bakarak bir o kadar daha yol aldığını ve artık trans aktivist tezlere karşı çıkan tüm görüş sahibi feministler için bir şemsiye terim olarak kullanılmaya başlandığını söylemek mümkün.
Feministler ve trans aktivistler arasında en büyük ayrışma nedenlerinden biri olan Jessica Yaniv davası örneğiyle bu pratiği somutlaştırabiliriz:
Kanadalı bir aktivist olan Jessica Yaniv; sitedeki çeşitli gruplardaki ilanlarında evlerinde ağda hizmeti verdiklerini belirten göçmen kadın ağdacılarla –bazen kendisine ait olduğu halde farklı kimlik beyanları içeren, bazen de farklı kadın arkadaşlarına ait Facebook profilleriyle– iletişime geçerek onlardan randevu alır. Randevu zamanına yakın kadınları arayarak kendisinin trans kadın olduğunu fakat geçiş yapmadığını, erkek genitallerine ağda yapmanın onlar için sorun olup olmayacağını sorar. Birçok kadın o aşamada ağda hizmeti vermeyi reddeder. Aktivist, kadınları ayrımcılık suçu işledikleri gerekçesiyle dava edeceğini söyleyince özür dileyerek anlaşmak için bir yol ararlar. Genelde Yaniv’e para ödemeleriyle neticelenir bu anlaşma girişimleri ve yasal bir suçlamayla karşı karşıya kalmaksızın uzlaşmayı başarırlar. Ağdacılardan birinin dava edilmeye karşı çıkmaması, bir avukat tutması ve avukatının kısa bir araştırmayla kendisinden önce aynı duruma düşmüş diğer kadınlara da ulaşmasıyla davanın çapı önce ülke ardından dünya gündemine oturacak şekilde genişler.
Tüm dünyada ve Türkiye’de, Jessica Yaniv’in biyolojik erkek olduğu ve bu yüzden ağdacı kadınların onun bedenine dokunmama hakkı bulunduğunu düşünen feministler, trans aktivistler tarafından TERF olarak tanımlanır.
Yine Türkiyeli aktivistlerce ithal edilen bir başka tartışma odağı; cinsiyet kimliğinin çocuklukta üç yaşa kadar giden erken bir dönemde ifade edildiği öne sürülerek, trans olduğunu beyan eden çocukların –ülkesinin yasalarına göre– reşit olacağı yaş beklenmeden hormon inhibisyonu tedavisine alınıp vücudunun eşey hormonlarını üretmesinin önlenmesinin sağlanması talebidir. Bu medikal müdahale konusunda kaygı belirtmenin feministler açısından hangi etiketi edinmekle sonuçlanacağını tahmin etmek zor değil.
Bu yazıda irdelenen cinsiyet kimliği kuramı tartışmaları kapsamında TERF tabir edilmek için benim gibi bilimsel itirazlar geliştirmenize gerek yok. Aslında karşınızda durduğunu düşündüğünüz aktivistler de teoride reddettikleri bilimsel bilgiyi klinik anlamda kabul ediyorlar. Örneğin cinsiyet kimliğinin oluşumunda anne karnında maruz kalınan hormonların etkisi olabileceğini saptayan araştırmaları bu kavramın doğuştan olma niteliğine bir kanıt olarak masaya getirebiliyorlar. Oysa orada da biyoloji biliminin yaptığı kurgusal atamanın uzantıları var. Bir fetüsün maruz kalmaması gereken düzeyde androjen hormonuna maruz kalmasının erkek cinsiyet kimliği edinmesinde rol oynayabileceği fikri onaylandığında, androjene biyologlar tarafından atanan “erkek eşey hormonu” görevi de onaylanmış oluyor.
Bundan dolayı rasyonel değil, politik bir tavır almanız gereken bir ayrışma bu. Feministlerden beklenen bu tezin getirdiği paradoksları çözmeleri değil, “trans kapsayıcı” etiketini hak ettiklerini kanıtlamak için, bu tezi var olan ve potansiyel olarak neden olacağı tüm çelişkileriyle benimsemeleri. Bir tür aktivist pazarlık içinde, rasyonel itirazlarını trans kapsayıcı etiketiyle takas etmeleri.
Aksi halde öfkeli aktivizmin namlusu bu eski müttefik yeni düşmana çevriliyor ve onunla mücadele etmek için de elbette tüm harp hilelerinden yararlanmak mübah hale geliyor.
Bu başlığı ve yazının tamamını, çıkış noktası Türkiyeli bir feminist grubun bir sosyal medya gönderisi olduğu için yukarıdakilere kıyasla yerli bir tartışma olarak nitelendirilebilecek bir başka tartışmaya parantez açarak noktalayalım. Bu tartışma, Türkçe internette daha önce dünya gündeminde kendine yer bulan haberlerle sınırlı kalan kapsamı ilginç denebilecek bir şekilde genişletti ve o tarihlerde henüz yeni mezun olmuş bir moleküler biyolog olan ben dahil birçok ilgisiz sayılabilecek feministi içine aldı.
7 Temmuz 2019’da, Türkiye’nin dört bir yanındaki üniversite öğrencisi kadınlardan oluşan bir feminist örgütlenme olan Kampüs Cadıları, kendi Facebook sayfasında o gün doğum günü olan biyolog Nettie Stevens adına bir mesaj paylaştı. Paylaşım şu şekildeydi:
“Biyolojik cinsiyetin X ve Y kromozomlarıyla belirlendiğini keşfeden kadın biyolog Nettie Stevens 7 Temmuz 1861’de dünyaya geldi. Ne yazık ki cinsiyet belirleniminin genetik temelinin keşfi, dönemin önde gelen erkek araştırmacılarına atfedildi; ders kitaplarına ve bilim tarihine o şekilde geçmişti. Kadınlar olarak hayatın her alanındayız, olmaya da devam edeceğiz!”
Nettie Stevens’ın bir ışık mikroskobunun oküler lensine gömülmüş bakışlarıyla laboratuvarının içinde çekilmiş nostaljik bir fotoğrafının üstünde, mor bir kalple sonlanan bu umut ve coşku dolu mesaj en azından kendi varlığı konusunda iddiasını pek sürdüremedi ve bu gönderinin biyolojik cinsiyetten bahsetmesi nedeniyle transfobik olduğunu öne süren öfkeli aktivistlerin gazabına uğramasının ardından silindi.
Ve Türkiyeli feministler olarak bizler; yüz yıldan biraz uzun bir süre önce dünyaya gelmiş, kadınlara bilim dünyasında ayrılan yerin oldukça sınırlı olduğu bir dönemde değeri sonradan anlaşılan pek çok çalışmaya imza atmış, üniversitesinde kalıcı bir pozisyon bile teklif edilmediği için çeşitli laboratuvarlarda ve deniz enstitülerinde öğretici olarak sürdürdüğü yaşamını elli yaşındayken meme kanserinden yitirmiş, ölümünün arkasından onun çalışmalarının devamını getirerek gelişim biyolojisi tarihine ismini altın harflerle yazdıran Thomas Hunt Morgan’ın “Son on iki yılda karşılaştığım öğrenciler içinde araştırmada Miss Stevens kadar bağımsız ve yetenekli başka kimseye rastlamadım” dediği Nettie Marie Stevens’ın patriyarka tarafından hiç teslim edilmemiş hakkının bu kez feminist hareket içinde progresif kanat olduğu iddiasındaki aktivistler tarafından yeniden elinden alındığına tanıklık ettik.
Geçmişi ve geleceği, tarihin yanlış tarafını ve doğru tarafını temsil eden iki karşıt hizip, Fatmagül Berktay’ın Foucault’cu bir anlayışla yorumladığı “ad koyma” iktidarına sahip olma üzerinden trajik bir ortaklık sergilemiş oldular. “Rahim gücünden” bahsetmenin, kız çocuklara regl olmanın gurur duyulacak bir şey olduğunu söylemenin adı “trans nefreti” olarak yeniden koyuldu. Ebe forumlarının kapatıldığı, Vajina Monologları oyununun sergilenmesinin yasaklandığı bu yeni düzlemde feministler kendilerini bambaşka bir yok sayılma mücadelesinin ortasında buldular.
2003 yılında Kadıköy Kaymakamı Yüksel Peker’in “oyunun adını telaffuz etmeye bile utanıyorum” diyerek Vajina Monologları oyununu yasaklamasından neredeyse on yedi yıl sonra, bu acı ve ironik tesadüf bize çok iyi bildiğimiz bir hikâyeyi hatırlatıyor.
İstanbul Sözleşmesi’nin, 6284 Sayılı Kanun ve süresiz nafaka başta gelmek üzere pek çok temel hakkımızın tartışmaya açıldığı bir Ortadoğu ülkesinde, ne kadar bizim olduğunu bilmediğimiz kavganın garez duyulan tarafları olarak, bir öncekinde ezanı ıslıklamak gibi absürt bir suç isnadıyla hedef tahtasına oturtulduğumuz 8 Mart yürüyüşünden bu sene bambaşka bir karar mercii tarafından “TERFler dışarı” sesleriyle men edileceğimiz konuşuluyor.
Metnin başındaki görsel, tarihte ilk kez elektron mikroskobuyla çekilen ve molekülün çift sarmal yapısının çözülmesindeki kilit gelişme olan DNA fotoğrafı. Bu fotoğrafı çekmeyi başaran kadın bilim insanı Rosalind Franklin’in başarısı erkek meslektaşları James Watson ve Francis Crick tarafından hasır altı edilmiş ve keşifleriyle layık görüldükleri Nobel ödülü konuşmalarında o tarihte çoktan ölmüş olduğu halde ismi bile geçmemişti. Aşağıdaki fotoğraf ise onun anısına Çek Cumhuriyeti’nde oynanan tiyatro oyunu Photograph 51’den. Şimdi arkamıza yaslanıp Franklin’in sigarasına eşlik etme vakti.
2 Comments Kendi yorumunu ekle