Radikal feministler devamlı transların var olma haklarını inkar etmekle ve hatta onların ölümlerinden sorumlu olmakla suçlanıyor. Trouble&Strife‘da yer alan bu yazıda, Jane Clare Jones bu suçlamalara yakından bakıyor. Bu suçlamalar nereden kaynaklanıyor ve ne anlama geliyorlar? Daha yapıcı bir tartışma zemini yaratmanın bir yolu var mı?
JANE CLARE JONES
Feminist söylemin belirli formlarının susturulması gerektiği iddiası son zamanlarda geçer akçe olmaya başladı. NUS’un [Birleşik Krallık’taki Ulusal Öğrenci Sendikası] Julie Bindel’e platform vermeme çabası, komedyen Kate Smurthwaite’in performansının iptal edilmesi ve geçen ay Kanadalı ilerici bir websitenin feminist yazar Meghan Murphy ile işbirliğini sonlandırmasının talep edilmesi gibi dikkate değer olaylar meydana geldi.
Bunların temelinde belirli bir feminist topluluğun düşüncelerinin nefret söylemi olduğu iddiası yatıyor. Bu iddianın versiyonları sosyal medyada yıllardır -Trans Dışlayıcı Radikal Feministler (TERFler) ile Naziler, BNP (İngiltere Ulusal Partisi) ya da Ku Klux Klan arasında bağlayıcı analojiler kurularak- dolaşıyordu. Ancak bu iddianın kamusal alandaki konuşmaların sansürlenmesinde ne kadar etkili olduğunu tam olarak anlamamı sağlayan olay, Ağustos 2014’te gazeteci ve trans aktivist Paris Lees’in, toplumsal cinsiyete¹ eleştirel yaklaşan trans kadın Miranda Yardley ile yapılacak Newsnight tartışmasını “transların var olma hakları ile ilgili uydurma bir tartışmaya girmeye hazır olmadığını” söyleyerek iptal etmesi oldu.

Daha yakın bir geçmişte, TERFlerin “transların var olma haklarını tartışmak” istediği iddiası neredeyse apaçık bir şekilde TERF’lerin transları yok etme niyetinin olduğu şeklinde dillendirilmeye başladı. Feministlerin susturulmasını savunanlar, “masadakilerin bir kısmı diğerlerinin ortadan kaldırılması gerektiğini iddia ederken” ya da “bir taraf onları öldürmek isteyen bir grup insana karşı kendi varlıklarını savunmaya zorlanırken” diyaloğun imkansız olduğunu söylüyorlardı.
Bazı feministlerin söylemek istediklerinin nefret söylemi olduğu argümanı birbiriyle ilişkili üç iddiaya bölünerek özetlenebilir. Artan ciddiyet sırasına göre bu iddialar TERFlerin (1) transların varlığını ve/veya var olma haklarını reddettikleri; (2) etkin bir şekilde transların var olmamalarını istemeleri; ve (3) onları transların ölümlerinden sorumlu kılacak davranışlarda bulunmaları.
İddia 1: TERFler transların varlığını/var olma haklarını inkar ediyor

İlk bakışta bu iddia absürt görünüyor. Şüphesiz ki translar vardır: Feminizm, var olmayan insanlarla olan ve onlar hakkındaki bir anlaşmazlık yüzünden parçalanmıyor. Bu yüzden, bu iddiayı anlamlı hale getirmek ancak “transların varlığı”nı “transgender ideolojisinin transların varlığını izah ediş biçimine göre transların varlığı”na daraltmakla mümkün. Buna göreyse, transların varlığı, kişinin toplumsal cinsiyetinin değişmez kaynağı olan ve doğuştan gelen ‘[toplumsal] cinsiyet kimliği’ ile açıklanabilir.
Bu teori transaktivistlerin ideolojisine dahil edilmeden önce klinik ve akademik bir bağlamda ortaya çıkmıştı. “Erkek bedenine hapsolmuş bir kadın” olma deneyimine odaklanan ortak trans anlatısının teorik bir incelemesiydi. J. Michael Bailey’in 2003’te Kraliçe Olacak Adam başlıklı kitabının yayınlanmasından sonra görülen şiddetli tepkileri detaylı bir şekilde kayıt altına alıp inceleyen Alice Dreger, buna “dişil öz” anlatısı adını veriyordu. Bu anlatıya göre “translar doğanın bir tür hilesinden muzdarip, bir cinsiyetin beynini taşırken diğer cinsiyetin tipik bedenini taşıyor, ve bu da tipik olarak doğuştan geldiği anlaşılan bir tür nörolojik interseks durum”.
Kadınların kurtuluşunu hedefleyen politik bir hareket olarak feminizm, toplumsal cinsiyeti doğuştan gelen bir öz olarak değil, kadınları itaat etmeye zorlayan hiyerarşik bir sistem olarak teorize eder. Belirli kişilik özelliklerinin -uysallık, anaçlık, güzel görünme ve nesneleştirilme arzusu- kadınlar için “doğal” olarak nitelendirilmesi feminist analize göre toplumsal cinsiyet hiyerarşisini sürdüren temel mekanizmadır. Sonuç olarak, pek çok feministin, trans ideolojisinin “[toplumsal] cinsiyet kimliği”nin hem doğal hem de evrensel olduğu iddiasına yönelik samimi soruları vardır. Bu iddia kadınların uğradığı zulmü doğallaştırmaya tehlikeli bir şekilde yakındır.
Bu önemsiz değil, tartışılması gereken bir konu. Ama bu konunun tartışılamayacağı buyruluyor çünkü bunu tartışmak “transların var olma haklarını inkar etmek” demek oluyor. Trans ideolojisi, transların var olduğu gerçeğini transların neden var olduğu teorisine yüklüyor ve teoriyi sorgulayan herkesi transların varlığını inkar eden transfobik bağnazlar olarak yargılıyor. Ve hatta, feministlerin toplumsal cinsiyet eleştirisini kabul etmelerine rağmen var olmaya devam eden trans kadınlar, topluluklarındaki pek çokları tarafından kendinden nefret etmekle ya da hainlikle suçlanıyor. Bu argüman bir na-argüman ve feminizmin uzun zamandır süregelen toplumsal cinsiyet analizini dillendirilemez kılarak söylemi yok etme işlevi görüyor.
[Toplumsal] cinsiyet kimliği teorisini sorgulayan herkesin muhakkak transfobik olduğu iddiasını sürdürmek, eşcinselliğin doğuştan geldiği anlatısına itiraz eden herkesin homofobik olduğunu iddia etmekle eşdeğer. İki durumda da, bu manevra, eşcinsellerin ya da transların ahlaki olarak kabul edilmelerinin yolunun ancak diğerlerini varlıklarının “doğal” olduğuna ikna etmek olduğu inanışına işaret ediyor. “Sapık” ya da “doğal olmayan” arzuya ve “sapkınlığa” karşı tarihsel yasaklar düşünüldüğünde eşcinsel ve yakın geçmişte de trans hakları hareketlerinin doğallık anlatısına bu kadar yoğun bir yatırım yapmaları da elbette anlaşılır. Ancak ataerkil “doğal değil” ithamlarına “doğallık” karşı iddiası ile cevap vermek -ister “eşcinsellik geni”, ister [toplumsal] cinsiyet kimliğinin beyin cinsiyeti söylemi olsun- ataerkinin doğallığın ahlaki kabul için bir kriter olduğu inanışı sınırlarında kalmaktır. Ama bu doğru değil. Gey, lezbiyen, bi-, ve panseksüel bireyler oldukları gibi gayet makbuldürler çünkü oldukları halde bir sorun yoktur. Ve aynı şey elbette translar için de geçerli. Belki de [toplumsal] cinsiyet kimliğinin “doğallığını” sorgulayan feministler, trans bireylerin varlığının ahlaki kabulünün altını oyuyormuş gibi anlaşılıyorlar. Oysa bu, “doğallığın” ahlaki kabul ile kurduğu ataerkil bağa, -buna destek verecek son insanlar olsalar da- feministlerin yatırım yaptığını varsaymak anlamına geliyor.

Yani, eğer feministlerin [toplumsal] cinsiyet kimliği ile ilgili soruları transların varlığının ya da onların ahlaki kabulünün inkarı değilse, bu “inkar” başka neye dayanabilir? Burada meselenin karmaşıklığı bir kadının ‘trans kadınlar kadındır’ aksiyomunu kabul etmeye razı olup olmadığı sorusuna yoğunlaştırılabilir. Ve trans aktivistler toplumsal cinsiyeti “ikililiğin ötesine” ittiklerini iddia ederken, bu aksiyomun ancak kendinin mutlak yadsımasına; yani, ‘trans kadınlar kadındır’ ya da ‘trans kadınlar erkektir’ ifadelerine dayanarak var olduğu dikkate değer bir nokta. Birinin trans kadınların kadın olduğuna inanıp inanmadığı sorulduğunda -ki bugünlerde sıklıkla soruluyor- yalnızca “evet” ya da “hayır” cevabı verilmesi bekleniyor. Çoğu kadın “iyi ama bu sorunun cevabı hem evet hem hayır” demek istese de soruya bu şekilde karşılık veremiyor.
Erkek-beyni ve kadın-beyni fikriyle desteklenen trans ideolojisinin kararlılıkla savunduğu temel düşünce bir insanın toplumsal cinsiyetinin [toplumsal] cinsiyet kimliğinden başka bir şey olamayacağıdır. Toplumsal cinsiyet, bir bireyin erkek ya da kadın “olduğunu hissetmesi”ne dayanan özel deneyimine aittir ve bu nedenle de eğer bir birey kadın gibi hissettiğini beyan ederse kadındır ve dahası, her zaman kadın olmuştur; tam olarak natrans kadınların her zaman kadın olduğu gibi. Feminist bir bakış açısıyla, bu anlatıda eksik olan şey bir baskı sistemi olarak toplumsal cinsiyet yapısıdır; bireyin üreme potansiyelini tanımlayarak ve kadınları üreme sınıfının bir üyesi olma görevini yerine getirmeleri maksadıyla sosyalleştirerek işleyen bir sistem. Çoğu natrans kadın için, kadın olmanın “kadın gibi hissetme”ye ait olan özüne dair fikir yanlış değil, anlaşılmazdır. Bizim kadınlığa dair deneyimimiz içsel bir duygu değil, oldukça spesifik sosyal kabul ve beklentilere maruz kalmakla -ve bunlara karşı koymakla- hayat boyu süren bir süreçten ibarettir. Sessiz ol. Güzel görün. Küçül. Gülümse. Çok talepkâr olma. Uyumlu ol.
Feministler bu noktalara parmak bastığında zaman zaman insanların hayatları risk altındayken ‘akademik’ tartışmalara tutulmakla suçlanıyorlar; sanki dişi bireylerin ataerki tarafından kısıtlanması insanların hayatlarıyla ilgili bir konu değilmiş gibi. Ama zaten bu tartışma içerdiği hiç kimse için akademik değil. Hem trans hem de natrans kadınlar için, risk altında olan şey, hayatlarını yaşanılabilir kılacak şekilde kendilerini anlama kabiliyetleri. Feminist kadınlar için ‘trans kadınlar kadındır’ aksiyomu, ‘kadınlık bir cinsiyet kimliğidir ve bu nedenle de trans kadınlar tıpkı natrans kadınlar gibi kadındır’ şeklinde anlaşıldığında cinsiyetli bedenlerimizi kontrol etmeyi hedefleyen ataerkil şiddet sistemi tarafından damgalanan kadın-olma biçimimizin tamamen silinmesi şeklinde deneyimleniyor.
Ataerkil şiddet sistemi aynı zamanda feministlerin seneler boyunca direnmeye çalıştığı erkek şiddetinin su götürmez bir şekilde kurbanları olan trans kadınların hayatlarını da damgalıyor. Belirli feministleri trans var oluşunun temel tehdidi olarak görerek, trans ideolojisi kaçınılmaz olarak hem kadınları hem de trans kadınları etkileyen eril şiddeti kenara ayırıyor ve onun yerine feministleri baskı mekanizmasının en yüksek noktasında konumlandırıyor. Bunu gerçekleştirmenin ana stratejisi ise “cis ayrıcalığı” kategorisinin incelikle işlenmesi.
Cis-ayrıcalığı
1983 tarihli “Zulüm” isimli denemesinde (PDF olarak şuradan indirebilirsiniz), Marilyn Frye zulüm kavramının “anlamsızlığa doğru sündürülme” eğilimi olduğunu söyler, “sebep, düzey ve ortaya çıkardığı sonuçlara bağlı olmaksızın, kısıtlanma ve acı içeren tüm insani deneyimleri kapsar gibidir” (p.1). Zulüm eksenlerinin egemenin motivasyonlarından bağımsız bir şekilde çoğalıyor gibi göründüğü bir zamanda, Frye’in denemesi giderek daha da duruma uygun görünüyor. Ayrıcalık kavramı bir zamanlar belirli yapıların dünyayı nasıl özel sınıfların çıkarları doğrultusunda döndürdüğünün faydalı bir açıklama yöntemiydi ancak artık düzenli olarak birinin sahip bile olmadığı herhangi bir avantajı tanımlamak için kullanılıyor. Hem de bu avantajın bir yapısal tahakküm sisteminden kaynaklanıp kaynaklanmadığının önemi olmadan. Hatta avantajın kendisi sıklıkla zulmün yeterli kanıtı olarak varsayılıyor.
Translık olasılığının tanınmadığı ve transların özel ihtiyaçlarını karşılamak üzerine kurulu olmayan bir sistemde trans olmanın pek çok zorlukla karşılaşmak demek olduğu aşikâr. Tanınma, görünürlük, sosyal kabul ve spesifik çıkarlar etrafında politik örgütlenme talepleri gerekli ve önemli. Ancak, Frye’e göre kısıtlamayı zulüm olarak görmek için ‘eğer bir grup insanı eylemsizleştiren şey bizi yapısal olarak çevreleyen sınırların bir parçasıysa’ tespitinden fazlası gerekiyor (p.10). Aynı zamanda “sınırların diğerleri ile nasıl ilişki kurduğu ve bu sınırlardan kimin faydalandığı ya da zarar gördüğü”ne de bakılmasını gerektiriyor (italikler bana ait; p.11).
Kadınların kadın olarak ezilmesi bu zulmün işlevinin anlaşılmasıyla saptanır: Bir-sınıf-olarak-kadınlar, bir-sınıf-olarak-erkekler tarafından belirli bir amaç uğruna ezilirler. Bu amaç Frye’e göre “erkeklere ve erkeklerin çıkarlarına; çocuk doğurma ve büyütmeyi de içerecek şekilde hizmet”tir; ayrıca ev içi ve kişisel hizmet, cinsel hizmet, egosal ya da duygusal hizmet gibi diğer “hizmet işleri” de buna dahildir. Kadınlar kadın olarak eziliyorlar çünkü bu zulüm erkeklerin kadınlardan -üreme, ev içi, cinsel ve duygusal emek formunda- kaynak elde etmesini sağlıyor. Benzer şekilde, sınıfsal ve ırk temelli zulüm de ezilen gruptan emek kaynaklarının sömürülmesi etrafında biçimlenir. Ve bizim sormamız gereken soru ise şu: Transların deneyimlediği somut kısıtlamalar, hangi bağlamda bir sınıf olarak translardan kaynak elde edilmesine dayanan spesifik bir baskı mekanizmasının parçası olarak görülüyor?
Yine, bu konuyu eşcinsellere karşı ayrımcılık ile kıyaslamakta fayda var. Gey ve lezbiyenler görünür hayatlar yaşayabilmek konusunda şiddetli kısıtlamalar yaşadılar ve yaşıyorlar. Ancak bu kısıtlamalar eşcinsel olmayan insanların eşcinsellerden bir sınıf olarak faydalanma arzusundan kaynaklanmadı. Eşcinselliğin özgürce ifade edilmesinin önündeki baskılar daha ziyade heteroseksüel ilişkinin “doğallığı” ve ilişkiler bazında cinslere göre bireylerin “doğal” toplumsal cinsiyet rolleri hakkındaki ataerkil fikirlerin bir uzantısı olarak ortaya çıktı. Eşcinselliğe karşı yasaklar heteronormativitenin bir parçasıdır ve heteronormativitenin temel işlevi erkeklerin kadınların bedenlerinden faydalanmasını doğallaştırmak olduğundan, eşcinsellik üzerindeki kısıtlamalar da ataerkil zulmün bir varyantıdır.
Benzer şekilde, transların cinsiyetlenmiş ifadelerini belirleme ve ifade etmedeki özgürlükleri üzerindeki kısıtlamalar da, bu ifadelerin ataerki tarafından toplumsal olarak cinsiyetlendirilmiş olduğu gerçeğinden kaynaklanır. Ama bu açıklayıcı çerçeve, trans ideolojisinin doğuştan var olan toplumsal cinsiyet anlayışı ile kesinlikle örtüşmeyen bir yaklaşım. Bunun yerine, transgender ideolojisi tamamen motivasyonu belirsiz cis-gender zulüm sistemini oturtur ve bu zulüm sistemi cinsiyetli bedenlerin kabul edilebilir toplumsal cinsiyet davranışlarının boyunduruğunda değil, insanlarda eşey ayrılığının belirlenmesi sırasında meydana gelir.
İşte burada feminist düşüncenin tersyüz edilişi ile karşı karşıya kalıyoruz. Cinsiyetin maddi gerçekliği ve toplumsal cinsiyetin toplumsal inşasının yerine, cinsiyetin toplumsal inşasını ve toplumsal cinsiyetin maddi gerçekliğini buluyoruz. Feminist geleneğe bağlı düşünürler toplumsal olarak cinsiyetlenmiş davranışlarla, cinsiyetli (eşey ayrılığına göre bir eşey/cins olduğu gözlenen) beden arasında kurulan bağın özcülüğünü saptamaktaydılar. Şimdiyse bu, kişinin [toplumsal] cinsiyet kimliği ile doğuşta zorla atanan cinsiyeti arasındaki uyuşmasına dayanan bir ayrıcalık olarak yeniden yazılıyor.

Beyaz+1; cis+1; erkek+1; orta sınıf/varlıklı+1; hetero+1; engelsiz beden+1; nörotipik+1; sağlıklı kiloda olmak+1; beyaz olmamak-1; trans/non binary -2; dişi -1; yoksul/maddi sıkıntıda -1; gökkuşağı -1; engelli -1; zihinsel engelli -1; yeme bozukluğu ya da gözle görülür şekilde 10+ kilo fazlası/eksiği olma -1.
“İmtiyaz puanlarınızı hesaplayın ve nerede durduğunuzu düşünün.”
Bu ayrıcalık (ki aslında bir zulüm biçimi) daha sonra natrans kadınları transları ezen konuma yerleştirmeye evrildi. Natrans kadınların hangi sebeple trans kadınları ezmeye yatırım yaptığı sorgulanamaz halde. Zulmedenler olarak natrans kadınlara bu soruyu sorma izni verilmiyor: Homurdanmadan, ezilenlerin belirtilen ihtiyaçlarını kabullenmenin tek makul eylem olduğunu anlamak zorundayız. Ve böylece, natrans ve trans kadınlar arasındaki heteronormatif toplumsal cinsiyet ideolojileri tarafından -farklı şekillerde olsa da- eşit derecede zora sokulduğumuzu kabullenmemiz üzerine dayanışma olasılığı tamamen bloke ediliyor. Hepimizin aynı sistem altında zarar gördüğümüz kabul edilmiyor ve politik bir hareket olarak feminizm içinde farklılık gösteren ihtiyaçlarımızı nasıl uzlaştırabileceğimize dair bir müzakere mümkün görünmüyor. Bir diyalog kurulamıyor. Nihayetinde, yalnızca sizi sömürmekle ilgilenen ve size açıklanamayan zararlar veren zalim ile müzakere edilmez.

İddia 2: TERFler transların ‘varlıklarını ortadan kaldırmak istiyor’
Cis kadınları tahakkümün failleri olarak konumlandırmak, cinsiyet kimliğine eleştirel yaklaşan feminizmin bir tür nefret söylemi olduğu iddiası için çok önemli bir rol oynuyor. Çünkü bu, radikal feministlere böylesi bir toplumsal güç bahşederek transların karşılaştığı şiddetin temel faktörünün [toplumsal] cinsiyet kimliği kavramı hakkındaki şüpheci yaklaşım olduğu hikayesini güçlendiriyor. Birazdan ayrıntılı inceleyeceğimiz üzere, bu şiddet türü en iyi ataerkil yaptırım bağlamında anlaşılabilir olsa da, trans ideolojisinin değişmez meselesi feministleri translara esas zulmeden grup olarak konumlandırmak.

Bu strateji, -yukarıda alıntı yapılan blogda bahsedildiği üzere- feministlerin etkin bir şekilde transların ölmelerini istedikleri iddiası ile destekleniyor. Bildiğim kadarıyla bu iddianın dayandığı tek metin Janice Raymond’ın The Transsexual Empire’da (Transseksüel İmparatorluğu) yazdığı ve ısıtılıp ısıtılıp önümüze konulan şu sözleri:
“Transseksüelliğe dair sorunun, varlığının ahlaki olarak ortadan kaldırılmasıyla çözüleceğini iddia ediyorum.”
Burada niyetim Raymond’ın çalışmalarını savunmak ya da bazı radikal feministlerin trans kadınlara karşı oldukça küçültücü ifadeler kullandığını inkar etmek değil. Ancak burada açık olan, ‘transseksüelliğin varlığının ahlaki olarak ortadan kaldırılması’ ifadesinin transseksüelleri yok etme arzusundan gelmediği. İddia -toplumsal cinsiyetin feminist eleştirisi ile okunduğunda- açıkça toplumsal cinsiyetin normatif olduğu ataerkil sistemin transseksüellik olasılığının dayandığı koşul olduğu… Yani eğer davranışlar toplumsal açıdan erkeksi ya da kadınsı olarak kodlanmasaydı, bireyler de kendi kişiliklerinin cinsiyetli özellikleri ve bedensel cinsiyetleri arasında bir kopukluk deneyimleyemezlerdi.

Trans ideolojisi, tıpkı çağdaş feminizm olarak kabul edilen feminizm anlayışları gibi, [toplumsal] cinsiyet kimliğini, toplumun kişilikleri toplumsal cinsiyet kutularına ittirme biçimi olarak değil, kişinin özünde sahip olduğu bir nitelik olarak ele alır. Bu bakımdan, Raymond’ın ne söylediğinin pek anlaşılamaması da şaşırtıcı değil. Haklı olup olmadığı ise bir başka soru: Ataerkinin yokluğunda, toplumsal cinsiyet normlarından geriye ne kalacağını ya da trans kimliğin kendini nasıl beyan edeceğini ya da edip etmeyeceğini bilemeyiz. Ama toplumsal cinsiyetin normatifliği olmazsa bugün sıklıkla duyduğumuz trans anlatısının -örneğin oyuncak bebeklere ve evcimenliğe ilgi duymamayı ‘erkek gibi hissetmek’ ile bağdaştırmak- bağlamını kaybedeceği ve açıkça anlamsızlaşacağı aşikâr.
İddia 3: TERFler trans kadınların ölümlerinden sorumludur

Yok etme retoriğinin yaygınlığı giderek artsa da, bildiğim kadarıyla TERFlerin gerçekten de transları öldürdüğü hiç söylenmedi. İddia daha ziyade şu: a) TERFlere atfedilen transfobi türü, transların ölümüne neden olan daha geniş kapsamlı toplumsal koşulları besliyor ve b) TERFler, trans ölümlerinde payı olan taciz ve transları bazı hizmetlerden alıkoymak gibi belirli davranışlarda bulunuyor.
Bu iddia tipik olarak şöyle başlıyor:
Germaine Greer’ın “transfobiye inanmıyorum” şeklindeki açıklamasının ya da Rupert Read’in trans kadınları “kadınlığın sonradan dahil olunan bir versiyonu” olarak tanımlamasının şiddet olduğuna inanıyoruz. Bunlar hem kendi içlerinde hem de translara ve seks işçilerine karşı fiziksel ve cinsel şiddetin son derece yüksek olduğu bir kültürün devamlılığını sağladıkları için şiddet içeren eylemlerdir.
Ya da şöyle:
Üniversite kampüslerinde ya da zaten trans kadınları en iyi ihtimalle gülünç, en kötü ihtimalle tehlikeli yırtıcılar olarak gören bir anaakım düşünce yapısına sahip olan herhangi bir yerde trans kimliğinin sorunsallaştırılması… Bu tür bir transfobinin sonucunda, nüfusun geneli ile kıyaslandığında transların intihar oranlarının sekiz kat daha fazla olduğu görülüyor.
Bu iddia toplumsal cinsiyete eleştirel yaklaşan feministlerin sözde transfobisi ile translara zarar vermenin sorumlusu olarak görülen ‘anaakım düşünce yapısı’ arasında bir süreklilik varsayımına dayanıyor. Bu örnek orantısızca yüksek olan trans intiharlarından bahsediyor ama benzer bir iddia fiziksel şiddetle öldürülen translar hakkında da mevcut.
Trans cinayetleri meselesi, feminist söylem ve somut zarar arasındaki sürekliliğin desteklenmesinin en zor -başka bir deyişle imkansız- olduğu bir örnek. Çoğunlukla trans kadınları ve orantısızca beyaz olmayan trans kadınları etkileyen şiddet neredeyse tamamen erkek şiddetidir ve sıklıkla partnerler ya da diğer aile üyeleri tarafından gerçekleştirilir. Bu nedenle de (tam olarak aynı olmasa da) natrans kadınlara yöneltilen ataerkil şiddet ile ilişkilidir. Kadınlar, erkekler tarafından, kadın oldukları için öldürülüyor. Ve trans kadınlar da anladığımız kadarıyla erkekler tarafından kadın oldukları için ve/veya trans kadın oldukları için öldürülüyor. Mart 2015’te Amerika’da sekiz trans cinayeti belgelendi (Lamia Beard, Ty Underwood, Yazmin Vash Payne, Taja de Jesus, Penny Proud, Bri Golec, Kristina Gomez Reinwald ve Sumaya Ysl). Bunlardan yedisi beyaz olmayan trans kadınlardı. Şimdiye kadar altısının katilinin kimliği saptandı ve dördü erkek arkadaşları, biri babası tarafından, biri ise bir soygunda öldürülmüştü.

İkinci yorum- Hayır. TÖĞFlerin de bunda rolü var. Neden herkes onlar yanlış bir şey yapmamış gibi davranıyor? Kelimenin tam anlamıyla pislikler.
Erkeklerin kız arkadaşlarını öldürme ya da homofobik ve transfobik şiddet suçları işlemelerinin nedeni feministler tarafından hiddete sürüklenmek değil. Şiddetli heteronormatif maskülenlik Sheila Jeffreys ya da Janice Raymond’ın gayretli çalışmaları ile sürdürülmüyor. Erkek şiddeti her gün ve her gece Sheila Jeffreys ya da Janice Raymond’ı hayatında hiç duymamış ya da duyan herhangi birini de tanımayan insanlar tarafından işleniyor. Janice Raymond’ın söylediklerinden hoşlanmıyorsanız elbette ki onu eleştirmelisiniz. Ancak trans ideolojisi hakkında soru soran herkesin susturulması gerektiğini çünkü Janice Raymond’ın bir şekilde erkekleri trans kadınları öldürmeye teşvik ettiğini öne sürmek son derece gülünç. Bu eğer sıklıkla kadınları susturmak için çekilen bir silah olmasaydı ve test edilip onaylanmış bir teknik olarak erkek şiddetini kışkırttıkları gerekçesiyle kadınları suçlamayla çarpıcı derecede benzerlik göstermeseydi buna kahkahalarla gülebilirdik.
Trans kadınlara karşı şiddet yüzünden feministlerin suçlanması yalnızca karalayıcı değil aynı zamanda aşırı derecede yıldırıcı, çünkü bu şiddet trans kadınların toplumdan gerçek anlamda silinmesinin temel mevzisidir. Aynı zamanda burası trans ve natrans kadınların ortak direnişle bir araya gelebilecekleri bir mevzi. Gelgelelim bunun yerine trans ideolojisi bu dayanışmayı yok ederek, feministlere tumturaklı bir şekilde ağızlarının payını vermek adına, katledilen trans kadınları ne idüğü belirsiz olan bir TERF-kaynaklı nefretin şehitleri gibi gösteriyor.
Feminist söylemin transların intiharından sorumlu olduğu iddiası da yine [toplumsal] cinsiyet kimliğini eleştiren feminizm ile trans düşmanı “anaakım düşünce yapısı” arasında kuvvetli bir bağ uydurulmasına dayanıyor. İntihar nedenleri oldukça kompleks: Her vaka farklı ve bu yüzden de basit ve genel açıklamalar olması mümkün değil. Gelgelelim, ataerkilliğin toplumsal cinsiyet normlarını her yere nüfuz edecek şekilde dayattığı koşullarda, toplumsal cinsiyetin feminist eleştirisi de anlaşılması güç hale gelmişse; transların karşılaştığı zorluk ve kısıtlamaları besleyen ‘yaygın anaakım düşünce yapısı’nın tıpkı öldürücü erkek şiddet gibi ataerkilliğin bir ürünü olması çok daha olası değil mi?
TERFlerin davranışlarının transların ölümünde payı var
Trans aktivistler transların ölümünü TERFlerin iki davranış tipine bağlıyor: Taciz ve hizmetlere erişimlerinin reddi. İddiaya göre taciz, sanal ortamda kişisel bilgilere ulaşma, insanları işverenlerine şikayet etme, tehdit içeren iletişim ve en azından bir durumda stalking’i içeriyor. Bunların hiçbiri elbette kabul edilemez. Ne var ki bu davranış tipinin bu tartışmanın yalnızca bir tarafına ait olduğunu söyleyen -ya da düşmanlarının tacizleri ile müttefiklerinin “meşru” şiddetleri arasında fark olduğunu vurgulayan- herkese şüpheyle yaklaşmak gerek. Bu ölçüsüz ve gereksiz düşmanlık, herhangi bir spesifik inanç sisteminden ziyade, anlamlı bir adalet faaliyetine esas itibariyle düşman olan dogmatik narsistik haklılık iddiasının bir ürünüdür.
Bu konu oldukça karmaşık olsa da yalnızca aynı düşüncede olmadığınız insanlara maruz kalmanın bir tür zorbalık olarak algılanması eğilimi giderek yaygınlaşıyor. Bir zamanlar insanların tonlarca yargılayıcı taşla üzerinize saldırmadan konuşabileceğinizi bilmeniz anlamına gelen “güvenli alan” kavramı artık neredeyse tam tersini ifade ediyor: “Baskılayıcı” ya da “tetikleyici” bulduğunuz hiçbir görüşe maruz kalmamanızın güvence altına alınması. Güvenli alan, bir başkasının söylemi hakkında, onun bir daha asla ağzını açamayacağı kadar sert hükümler vermeyi kutsallaştırıyor.

Bir topluluğun, bir başka topluluğun hayati hizmetlere erişimini engelleme amacı etrafında örgütlenmesi elbette söz konusu topluluk için tehlike olarak görülebilir. Sağlık hizmetleri söz konusu olduğunda, cinsiyet kimliği teorisini sorgulamak transların gerçek disföri deneyimlerini inkar etmek ya da onlara gerekli medikal desteğin sağlanmasına karşı çıkmak anlamına gelmiyor. Hiç kimse sağlıkları için gereken hayati tedavilerden mahrum bırakılmamalı. Gelgelelim diğer hizmetler etrafında şekillenen anlaşmazlık daha zor bir konu çünkü bu mesele “trans kadınlar kadındır” aksiyomunun tekrarı ile köşeye sıkışıyor. Cinsiyet kimliği kavramını eleştiren feministlerin pozisyonuna göre, trans kadınlar bazı açılardan natrans kadınlarla aynı deneyimi paylaşırken (Toplumsal kadınlık rolünü deneyimlerken aynı eril şiddet ve yok sayılmaya maruz kalmaları), bazı açılardan natrans kadınlarla farklılık gösteriyor (özellikle doğurganlıkla ilgili konularda ve dişil sosyal uyum ve erken dönem cinsel objeleştirilme ve erkek şiddetinden doğan travmalar konusunda).

Bu farklılıklar, ihtiyaç ve çıkarlarımızın, belirli noktalarda kesişseler de özdeş olmadıkları anlamına geliyor. Ben koruma-odaklı bir adalet konseptini savunuyorum, yani insanların ihtiyaçlarına layıkıyla hizmet etmenin adaletin can alıcı bir parçası olduğuna inanıyorum. Bu yüzden de bu durumu müzakere etmenin en adil yolunun tartışmayı içeren tüm grupların ihtiyaçlarının ele alınması olduğunu ve insani olarak mümkün olduğunca herkesin ihtiyaçlarına yönelik çözüm üretmeye çalışmak gerektiğini düşünüyorum. Ama bunu yapabilmek, bir tarafın diğer tarafı kendilerini öldürmeye çalışmakla itham etmeyerek, tartışmaya dahil olan herkesin meşru ihtiyaçları olduğunu kabul etmeyi gerektiriyor.
Trans ve natrans kadınların kadın olma deneyimlerinin ihtiyaçlarını nasıl etkilediğiyle ilgili gerçek sorular var ve bu soruları ciddiye almalıyız. Ama tuvalet ve soyunma odalarıyla ilgili bitmeyen kavga aynı zamanda tuvalet ve soyunma odalarından başka şeylerle de ilgili. Tuvaletlere ve soyunma odalarına erişimin trans kadınlar için ne ifade ettiği ile ilgili. Kadın alanlarına erişimin trans kadınların kimliklerinin onaylanmasının bir aracı olmasıyla ilgili. Eğer durum bu olmasaydı, bu konuyu şimdiye kadar birlikte çözüme ulaştırabilirdik. İhtiyaçlarımızın nerede ortaklaştığını ve nerede farklılaştığını, nerede birlikte çalışabileceğimizi ve nerede farklı hedeflere odaklanmanın daha doğru olacağını tartışarak üstesinden gelebilirdik. Ancak bunu yapabilmek için, hem aynı hem de farklı olduğumuz gerçeğini ve bu gerçeğin trans ideolojisi tarafından desteklenmeyeceğini kabul etmemiz gerekir.
Ve böylece, çıkmaza sürükleniyoruz.
Yansıtma üzerine nihai bir yansıtma
Ataerki düzeninde kadın olmak bir ayna olmaktır. Yansıtmak, kendimizi gizlemek ve uyum sağlamak üzere yetiştirildik. Biz, erkeklerin, üzerinde başkalarının hizmetinde öznelliğimizi ayıklayarak kendilerini yarattıkları yüzey ve maddeyiz. Ve feminizm, başkalarının etkisi altında kendimizi boşaltmayı reddetme pratiğidir.
Ayna olmayı reddetmek etik açıdan kabul edilemez değildir. Bazı kadınlar için bu bazen hayatta kalmanın ta kendisidir. Bir başkasının tam olarak ihtiyaç duyduğunuz şeyi size geri yansıtmak için kendisini silmesini talep etmek ise etik olarak kabul edilemez.
Onay zorla alınamaz, ancak özgürce verilebilir ya da hiç verilmez. Ve birileri ihtiyaçlarınızı karşılamıyorsa, bu sizi öldürüyorlar anlamına gelmez.
Biz hükümdar değiliz: Ne olduğumuz biz ve başkaları arasında yatıyor. Ne olduğumuz ve başkalarının bizimle olan deneyimleri kendimizin dışında, dünyanın eğri ve örgülerinin içinde, kontrolümüzün ötesinde.
Ve aynı zamanda, her birimizin içinde, karnımızın hemen altında içsel bir yer, sıcak bir nokta var ve orada bunların hiçbir önemi olmayabilir. Onu bulmak seneler süren bir çalışma gerektirebilir ama ihtiyacınız olan şey orada. Başka yerde değil.
Olduğunuz gibi makbulsünüz.
Çeviri: ves.
(1) Burada bahsedilen ve özgün metinde geçen ‘gender-critical’ pozisyonunu biraz açmak gerek. Gender kavramı feministler tarafından toplumsal cinsiyeti ifade etmek için kullanılıyordu ve içerdiği erkek egemenliğe bağlı hiyerarşi yüzünden eleştirilen bir kavramdı. Yani aslında feminizmin zaten toplumsal cinsiyete eleştirel bakması temel bir perspektifti. Ancak ‘gender’ daha sonra Türkçe ‘cinsiyet kimliği’ olarak kullanılan ‘gender identity’ kastedilerek kullanılmaya da başlandı. Yani kişinin bu bağlamda kendini ifade ettiği kimlik kastediliyor ve bu yüzden de toplumsal cinsiyet eleştirisinin yapılması bu kimliklere saldırı sayıldığı için kabul görmeyebiliyor. Bir anlamda bir kavramın anlamının değiştirilmesi ve var olan eleştirinin yok sayılması söz konusu. Bu kimliklere ve bunların dayandığı toplumsal cinsiyete eleştirel baktığını ifade etmek isteyenler ‘gender-critical’ kavramını kullanmayı tercih ediyor görünüyorlar. Yine de şunu eklemekte fayda var, bu pozisyona sahip olduğunu söyleyenler feministler dışında toplumsal cinsiyet eleştirisi yapmayan, mevcut kadın erkek rolleriyle hesaplaşmadan salt cinsiyet kimliği kavramını hedef alan insanlar da gender-critical olduklarını söyleyebiliyorlar. [Yazıya dönmek için tıklayın.]
Vesvese’nin notu: Yukarıdaki dipnota ek olarak, Türkçe’de yaygın olarak ‘cinsiyet kimliği’ olarak kullanılan ‘gender identity’ ifadesini çevirirken ‘[toplumsal] cinsiyet kimliği’ şeklinde bir yazım tercih ettik.
Özgün metin: https://www.troubleandstrife.org/new-articles/you-are-killing-me/
Erkek ya da kadın beyni diye bir şey yoktur, ancak beynin bazı bölgelerinde – genelde kişinin atanmis olana değil ait olduğunu düşündüğü – cinsiyete ilişkin yapılanmalar vardır. Beyin büyük oranda cinsiyetsizdir.
Biyolojik cinsiyet de evet bir spektrumdur, akademik olarak dünyada önde gelen birçok üniversite tıp fakültelerinde cinsiyeti bir spektrum olarak öğretiyor artık. Cinsiyete çok dar bir çerçeveden baktığınızı düşünüyorum, cinsiyet oldukça karmaşıktır ve tamamen anlaşılmış/çözülmüş bir olgu değildir. Bunun üzerinden translari ötekilestirmek kabul edilebilir bir politik tutum değildir. Lütfen biraz kendinizi de eleştirin, kadınlık ya da erkeklik kimsenin tekelinde değil. İnsanların varoluslarına saygı duyun.
Translari bizzat öldüren radikal feministler değil elbette ama nefret söyleminin çoğalmasına ve hedef haline getirilmesine, ucubelestirilmelerine katkıda bulunuyorsunuz. Nefret söylemi üretmek saldırganca bir tutum ve aslında suçtur. Twitter odalarında radikal feministleri dinledim, ayrıca trans kadınları potansiyel suçlu, potansiyel tacizci, istirmarci olarak lanse ettiğinizi düşünüyorum. Bu genel bir elestiridir. Tek tek herbirinize söylemiyorum. Bütün bu öcüleştirmelerin toplumda, sosyal medyada bir karşılığı var, bazı radikal feministlerin de içinde olduğu insan grupları bu insanların hayatlarını zorlaştırıyor, bazı transların hayatını yok ediyor. Türkiye’de self id kavramı yok, bunun üzerinden temel insan haklarından bile mahrum bırakılmış insanları darlamanin nasıl bir faydası var? Bu insan haklarına aykırı değil mi? Feminizmin çıkış noktası erkekler gibi bizim de insan olduğumuz, eşit olmamız gerektiği üzerine değil mi?
Tamamen faydasız, fobik bir tartışma dönüyor. İnsanların varoluslarini reddetmeyi bırakın artık lütfen , biyolojik cinsiyet üzerinden gideceğiniz bir yol yok. Bilimsel olarak büyük ölçüde artık kabul edilmeyen bir bilgi üzerinden gidiyorsunuz. Trans ve cis kadınların ortak ve ortak olmayan sorunları var. Bu sorunlar için beraber ne yapılması gerektiği sorgulanmalıdır. İnsan haklarına en uygunu ve mantıklı olanı bence budur. Bunu dikkate almanızı öneriyorum.
BeğenBeğen