Bu seneki 8 Mart Feminist Gece Yürüyüşüyle ilgili, etrafımdaki feminist kadınlarla konuştuğum, kendim gözlemlediğim ve sonrasında sosyal medyada yansımalarını gördüğüm bazı konularla ilgili düşüncelerimi bir yazı haline getirmek istedim. Yaklaşık yedi sekiz senedir düzenli olarak 8 Mart Feminist Gece Yürüyüşüne katılan bir kadınım ve hemen hemen her seferinde aynı kadın arkadaşlarımla buluşur, öncesinde dövizlerimizi hazırlar, yürüyüş alanına geçeriz. Bu seneki feminist gece yürüyüşünde, daha önce hiç görmediğimiz kadar çok erkek vardı. Eskiden yolun kenarından fotoğraf çeken erkek gazeteciler de dahil olmak üzere, Meral Akşener maskesi takmış adamlardan “Kadına kalkan eller kırılsın” diye slogan atanlara pek çok erkek alandaydı. Polis şiddeti ve gözaltı tehdidine rağmen yürüyüşe katılmak, özellikle son üç senedir oldukça zor bir hale geldi. İşin bu kısmına bu yazıda değinmeyeceğim, ancak polis şiddetinin, yürüyüşle ilgili diğer konuları “ayrıntı” haline getirmemesi gerektiğini düşünüyorum ve bu konunun da erkek egemenlikten bağımsız olmadığı ve konuşulması gerektiği kanaatindeyim.
Feminist Gece Yürüyüşüne ve genel olarak feminist eylemlere erkeklerin katılıp katılmaması, uzun süre tartışma konusu olmuş bir mevzu. Ancak genel feminist kanı, kadınların geceleyin, yanlarında erkek(ler) olmadan rahatça sokakta yürüyebilmesi gibi temsili bir önemi olması bir yana; kadın kadına eylem yapmanın, erkeklerin var olması durumunda onların tok sesleri tarafından bastırılmadan ses çıkarmanın; dahası, fail olabilecek bir erkekle yan yana gelmeden, kadınlar için güvenli bir alan kurabilmenin önemli olduğu yönündeydi. Nitekim kadın katillerinin, başka kadınları anma eylemlerinde yürüdüklerine de şahit olduk.
Peki, bu sene değişen ne oldu? Önceki senelerde özellikle kimi sosyalist örgüt ve çevrelerden gelen, “devrimci” ve karma 8 Mart taleplerine yönelik, erkeklerin alana girmemesi için kavga veren feministler neden bu kadar yoğun bir erkek katılımına ses çıkarmadı ya da çıkarmadık? Bu sorunun cevabının, son iki üç senedir daha çok sosyal medya üzerinden ilerleyen self ID (salt beyana dayalı cinsiyet) ve daha uzun yıllardır feministler arasında devam eden “feminist özne” tartışmalarında yattığını düşünüyorum.

Biyolojik cinsiyetin bir toplumsal kurgudan ibaret olduğu iddiasıyla bedenlerin dişil ya da eril sayılamayacağını, temel alınması gerekenin toplumsal cinsiyet olduğunu söyleyen ve oldukça kabul gören, kabaca kuir feminist olarak adlandırılabilecek teori, cinsiyetin sadece kişilerin beyan ettikleri cinsiyet kimliklerine dayandırılabileceğini savunuyor. Bu durumda bir kişinin erkek, kadın ya da “non-binary” (her iki cinsiyete de ait değil) olduğunu ancak kişinin beyanı neticesinde öğrenebiliriz. “İkili cinsiyet rejimi”ni yıkmayı amaçlayan bu yaklaşım, pek çok feminist tarafından, erkek faillerin adını koymayı imkânsızlaştırdığı; kapsayıcı olmak adına, kadın yerine “rahimli insanlar” gibi ifadeler kullanarak kadınlığı yeniden sildiği yönünde eleştirildi. Eleştirilerin bir kısmı da feminizmin, “ezilen herkesin ideolojisi” haline getirilerek kadınların feminist hareketten de silindiği şeklindeydi (bkz. “Feminizmin kadın olmakla alakası yok ki?”). Ancak bu eleştirileri yapan kadınlar, TERF (Trans Exclusionary Radical Feminist/Trans Dışlayıcı Radikal Feminist) şeklinde yaftalandılar. Yaftalandılar diyorum, çünkü kendini bu şekilde tanımlayan hiçbir grup yok, bu kısaltma daha ziyade biyolojik cinsiyetin yok sayılamayacağı gibi görüşlere sahip kadınları karalamak için kullanılıyor. Bu şekilde itham edilen kadınların homojen bir grup oluşturduğu, trans kadınları dışladıkları ya da hepsinin radikal feminist oldukları söylenemez. Bu konuda uzun tartışmalar döndü, bu yazıda tekrar etmeyeceğim.
Yürüyüşün karma hale gelişine tekrar döneyim. TERF diye yaftalanan pek çok kadının sorduğu temel birkaç soru vardı: “Kişilerin beyanlarını bilmeden onlara erkek diyemiyorsak öldürenin, tacizcinin ya da yanımızda yürüyenin erkek olup olmadığını nasıl anlayacağız? Erkekler ‘benim kadın olup olmadığımı nereden biliyorsun?’ diye sorduklarında ne cevap vereceğiz?”. Bu sorulara alayla cevap verenler ve hiçbir erkeğin böyle bir beyanda bulunmayacağını, bunun ne kadar zor olduğunu söyleyenler oldu. Tabii, resmi olarak bunu yapmak zor olabilir; ama tam da kadınların alanlarında, zaten kadınların karşı çıkamayacaklarını düşündükleri anlarda neden olmasın? Nitekim bu seneki yürüyüşte hiçbir kadının dönüp “erkekleri burada istemiyoruz” diyememesinin en önemli sebebinin, karşısındakinin beyanını bilmediği için TERF diye yaftalanma korkusu olduğunu, yukarıda bahsettiğim gibi, kadın arkadaşlarımla konuşmalarıma ve sosyal medyadaki tepkilere bakarak çok rahatlıkla söyleyebilirim.

Örnek verelim: Bir kadın, Twitter hesabında, eylem alanında fotoğraf çeken bir erkeğe “Burası kadın ve LGBTİ+lar için” diyerek alanın dışına çıkması gerektiğini söylediğini, adamın da “Ne yani, ben olamaz mıyım? Belki kadın hissediyorum?” diye cevap verdiğini yazdı. Ardından da “özrünü” dile getirdi: “Cümlemin yanlış anlaşılmasını istemem, cis-het olduğundan emin olduğum birisi için böyle konuştum. Yoksa alanda beyan sormak gibi bir şiddet biçimine asla başvurmam.” Adamın verdiği cevap şüphesiz alaycı, hadsizce. Ancak soru geçerli: Nereden bileceğiz o kişinin beyanını? “Cis-het olduğundan” nasıl emin olabiliriz birinin? Hetero olduğundan emin olmak zaten mümkün değildir ve bence gerekli de değildir. Burada asıl konu cinsel yönelim değil, cinsiyet. “Alanda beyan sormak gibi bir şiddet biçimi”ne de başvuramayacağımıza göre ya bize malum olacak ya da susup yürümeye devam edeceğiz. Nitekim sustuk. Pek çok kadın, 19 senedir kadınlar için yapılan bu yürüyüşte rahatsızlıklarını dile getiremediler. Dahası, sadece cis-het değil, gey ya da biseksüel erkeklerin alana girmesini istememek gibi gayet politik bir beklenti (evet, gey/biseksüel erkekler de kadın düşmanı olabiliyorlar ve kadın yürüyüşünün öznesi değiller) adeta kabul edilemez hale gelmiş oldu.
Deniz Kandiyoti’nin de yakın zamanda belirttiği gibi, “Kendini özne olarak daha yeni telaffuz etmeye başlamış bir kesime, kadınlara ‘siz esnek olun’ diye dayatamazsınız. Daha öznelliği olduğu anda bastırılmış oluyor.” Türkiye’de kadınlar, onlarca yıl mücadele edip sonunda özne olabilmişken ve kazanımlarının böyle tehlikede olduğu, temel yaşam hakkına kadar yeniden savaşılmak zorunda olunan böyle bir zamanda feminist hareketi “ezilen herkese” açmak, kadınların kendi taleplerini, ötekini incitmemek adına dile getiremeyecek noktaya gelmesine sebep oluyor. Yine Kandiyoti, aynı konuşmada, bir insanın cinsel yönelimiyle politik tercihi arasında doğrudan bir bağlantı kurulmasının yanlış olduğunu; gey, lezbiyen ya da biseksüel olmanın, beraberinde özgürlükçü/eşitlikçi olmayı getirmediğini, yine kendi çalışma sahasında da iletişim kurduğu muhafazakâr gey erkekleri örnek vererek öne sürüyor. Bu noktanın önemli olduğunu düşünüyorum. “Feminizmin öznesi, patriyarkadan olumsuz etkilenen herkestir” dendiğinde, çok küçük bir azınlık (zengin, Batılı, heteroseksüel, orta yaşlı erkekler) dışında herkes feminist politikanın nasıl işleyeceği hakkında söz sahibi haline geliyor. Çünkü hetero erkekler arasında da belli hiyerarşiler var ve ataerki, erkekleri de çeşitli şekillerde eziyor. Ancak bu durumda mücadelenin “kime karşı” verileceği sorusu havada kalıyor. Kadınların, kadınlarla beraber, kadınlar için mücadele etmesi; bunu yaparken de kendi politikalarını kendilerinin belirlemesi gibi bir talep, kapsayıcılık adına yok sayılıyor. Oysa hareketi ve özelde feminist yürüyüşü “ezilenlerin ideolojisi/mekânı” haline getirmek yerine, siyasetler arası ittifaklar kurmak ve kadınların kendi seslerini korumasını sağlamak, özellikle Türkiye özelinde bir çözüm olamaz mı(ydı)? Kadın yürüyüşünün kadın yürüyüşü olarak kalması, öznelliğini yeni kazanmış kadınlar için gerçekten gerekli ve önemli bir istek değil mi?

Peki, erkeklerle beraber yürümek istemeyen kadınlar neden sustu? TERF diye yaftalanmak bu kadar mı kötü? Belki sosyal medyada ciddiyetini fark etmiyoruz ama alanda onlarca TERF içerikli pankart ve hatta üzerine TERF etiketi yapıştırılmış bir çöp kutusu varken; feminizmin en büyük düşmanı ve şu andaki en büyük tehdidi siyasal İslam ya da tacizci, tecavüzcü, katil erkekler değil de bir kısım “radikal feministler”miş (Türkiye’de kaç radikal feminist var, bir ara bakmak lazım tabii), en büyük şiddet tehdidi yine kadınlardan geliyormuş gibi kadın yürüyüşünde kadınlar hedef alınırken, evet, kadınlar susacaklardır. Ki zaten onlara bu defalarca söylendi. “Ayrıcalıklı konumunuzu kabul edin, susun, biraz kenara çekilin.” Nedense ‘ikili cinsiyet rejimi’ni yıkmaya, rejimin baskıcı tarafı olan erkeklerin alanlarından değil, kadınların alanlarından başlandı. Onur Yürüyüşü’ne sahip çıkmak gerekirken Feminist Gece Yürüyüşü, “herkes için bir vaha” haline getirildi. Kadınlar hariç.
Kadınlar hariç diyorum, çünkü bunu bir iki kadından değil, senelerdir yürüyüşe gelen birçok kadından duydum: “Bu sene, sanki başkasının eylemine misafir olarak gelmiş gibiyim.” Örneğin, yürüyüşe beraber katıldığım kadın arkadaşlarımdan biri, yürüyüş sırasında bir süre bizden ayrı düştü. Bu sırada alandaki bir erkeğin tacizine uğramış ve ona elindeki femina bayrağıyla vurarak adamı uzaklaştırmış. Yanı başımızda yürüyen erkeklere, bizi taciz edene kadar hiçbir şey diyemeyişimizin bir sebebi, hemen önümüzdeki TERF temalı dövizlerdi.
Sonuç ne oldu peki? Onca sene, “9 Mart Solcu abilerin pankart eleştirme günü” diyerek solcu erkekleri feminizme olan tavırları konusunda eleştiren feministler (ki buna ben de dahilim) politik olarak eşitlikçi olması mümkün olmayan ülkücü erkeklerle beraber yürümek zorunda kaldı. Öyle bir noktaya geldi ki iş, sanki tek düşman radikal feministler ve solcu erkeklermiş gibi bir söylem hâkim oldu. Bunun iki tehlikesi olduğunu düşünüyorum: İlki, milliyetçi-muhafazakâr ideolojinin, yapısı gereği cinsiyetçi ve ataerkil olduğunun göz ardı edilmesi ve sanki bu ideolojinin siyasal gücü ve toplumsal olarak hegemonik konumu sol ideolojiyle eşitmiş gibi bir söylem ortaya çıkabiliyor. İkinci ve bence çok daha büyük olan tehlikeyse, erkeklerin politik konumları sorgulanmazken kadınların feminizm içindeki farklı pozisyonları bile didik didik edilerek kadınlar, şiddet failleriyle aynı kategoride değerlendiriliyor. Oysa kadınlar, emekleri ve bedenleri sömürülürken, sürekli boyun eğdikleri ya da eğmedikleri erkekler tarafından öldürülürken, tecavüze uğrarken ve hatta aşağılanırken onların politik düşünceleri değil, cinsiyetleri hedef alınıyor.
Çünkü kadınlar, düşünceleri, savunuları ne olursa olsun ataerkinin hedefindeler. Öldürülen kadınlar hakkında “Transfobik birine üzülemem” şeklinde konuşulması, “bazı kadınların” şiddeti hak ettiği söylemine hizmet ederken ataerkil düzene sistematik olarak karşı çıkmayı engelliyor. Bu ülkedeki kadınların büyük bir çoğunluğunun AKP’ye oy verdiğini, hatta AKP’nin, muhafazakâr kadınların desteğiyle güçlendiği gerçeğini göz önünde bulundurursak şiddete uğrayan kadınların da büyük çoğunluğunun muhafazakâr kadınlar olabileceğini hatırlamamız ve kadına yönelik erkek tahakkümüne sistematik olarak karşı çıkabilmek için yeni makbul kadınlar yaratmaktan kaçınmamız gerekiyor. TERF yaftasının tam da bu nedenle hafife alınmaması gerektiği görüşündeyim. Nitekim Avrupa’da yüzlerine yumurta atılan, toplantı yerlerinin camları kırılan radikal feministlere de önce “TERFlere ölüm, TERFleri döveceğiz” gibi sosyal medya mesajları atılmıştı. Son olarak Paris’te iki feminist eyleme saldırı düzenlendi ve “1 Trans Kurtar, 1 TERF Öldür” grafitileriyle birlikte “Bir Kurşun, Bir TERF, Sosyal Adalet” sloganları atıldı. “TERFleri dövelim demek kadına şiddet değildir” demek, kadınların belli durumlarda (eşini aldatmak, ona karşı gelmek, itaat etmemek gibi) dövülebileceğini savunan muhafazakâr yaklaşımlara paralel bir söylemdir. Kendi ideolojik konumuyla aynı noktada olmayan kadınların şiddet görmesinde beis görmemek, dümdüz kadın düşmanlığıdır. Muhafazakârlar kendi şeytan kadınlarını yaratırken feminizm içinde de belli kadınların şeytanlaştırılması, aynı muhafazakâr ataerkil politikaya hizmet edecektir.

Yazı boyunca trans kadınlardan ayrıca bahsetmedim. Çünkü kadınlar derken trans kadınları da kastediyorum. Mesele trans kadınlarla alakalı değil; mesele “self ID” ideolojisinin, hele hele Türkiye gibi baskıcı muhafazakâr bir iktidar ve toplum yapısında kadınlar için nasıl tehlikeli sonuçlar doğurabileceği. Umuyorum yeni bir yol, yeni bir söylem geliştirebilir ve bir sonraki Feminist Gece Yürüyüşüne daha fazla kadının katılımını sağlayabiliriz.
… Altına imza atarım yazınızın. Bence bıraksınlar bizi, biz savunuruz kendi haklarımızı, ve bence tüm yan birey ve topluluklar arasında feminizmin ne olduğu çok kavranabilmiş değil.
BeğenBeğen