Dilimize Dikkat Etmek

DEBORAH CAMERON

Önceden “izm”lerimiz vardı şimdi “fobi”lerimiz var: Feminist dilbilimci Debbie Cameron 2014 yılında Trouble&Strife’ta kaleme aldığı yazısında adlandırmaların neleri içerdiğini  değerlendiriyor

Betty Friedan’ın “adı olmayan problem”ini hatırlıyor musunuz? Ya da Gloria Steinem’ın, yaşanmadığı için değil de, sadece ‘hayat böyle işte’ dendiği için 1960’larda kimsenin cinsel istismar hakkında konuşmadığına dair gözlemini? Feministler için kadınların maruz kaldığı baskıyı adlandırmak her zaman hem elzem bir görev ve hem de güçlü bir siyasi eylem olmuştur. Elbette bir problem sadece adını koyarak çözülmez ama adlandırmak onu daha net olarak odağa getirerek tanınmasını, çözümlenmesini ve paylaşılmasını kolaylaştırır.

Şeyleri nasıl adlandırmayı seçtiğimiz de önemlidir. Kelimeler üzerine —kurban ile mağdur, pedofil ile çocuk istismarcısı, fahişe ile seks işçisi arasındaki fark üzerine— münakaşa ediyoruz çünkü kelimelerin sırf boş tanımlamalar olmadığını biliyoruz.  Kelimeler, dünyayı anlamlandırma aracıdır ve onları kullanarak temsil ettiğimiz şeylere dair anlayışımızı etkiler. 

1990’lardan bu yana, ezilmeyi adlandırmakta kullandığımız  kelimelerde bir değişim meydana geldi.1960 ve 70’lerin radikal toplumsal hareketleri –izmlerden (ırkçılık, antisemitizm, cinsiyetçilik [sexism], heteroseksizm, sağlamcılık [ableism], yaşçılık [ageism], türcülük [speciesism]) bahsederken bunların 21. yüzyıldaki emsalleri “fobi”lerden (homofobi, transfobi, orospufobi, femfobi) bahseder oldu. “fobi”ler dili, yavaş yavaş eski “izm”ler dilinin yerini aldı; genellikle, bir baskı türünün ciddi bir şekilde tartışılmaya başlandığını ‘izm’ ya da ‘fobi’ kavramlarından hangisi ile tanımlandığı ile anlayabiliriz. 

Bazı terminoloji meselelerinin aksine, bu konu çok ateşli tartışmalara neden olmadı. Ancak bu, önemsiz olduğu anlamına gelmez. Dil her daim neden önemli olduysa bu da o açıdan önemlidir çünkü gerçeği yeniden adlandırmak aynı zamanda onu yeniden şekillendirmektir.

“izm”lerden “fobi”lere

“izm” kelimeleri ve “fobi” kelimeleri özünde aynı olgunun adını koyar: Toplumsal bir gruba diğerlerinin adaletsizce muamelesi. Fakat “izm”in ve  “fobi”nin dilde genellikle ne anlama geldiğine kafa yorarsak göreceğimiz üzere, bu olguya çok farklı çerçeveler çizerler.

“izm” ile biten kelimeler çoğunlukla; politik, dini, entelektüel ya da sanatsal düşünce ya da inanç sistemlerini (mesela feminizm, komünizm, nasyonalizm, Budizm, sürrealizm) ifade eder. Cinsiyetçilik [sexism] ve ırkçılık [racism] gibi terimleri türeten radikaller de bu kelimelerin sistemlere, örgütlü toplumsal tahakküm ve ezilmişlik sistemlerine işaret etmesi amacındaydı.  Her ne kadar şimdi sadece ‘cinsiyet/ırk temelli önyargı veya ayrımcılık’ anlamına gelseler de bu durum, orijinal anlamlarının liberal bir biçimde seyreltilmesidir. Radikal çerçevede önyargı, sistemik baskının sebebi değil, bunun bir sonucu veya yan ürünüdür. İnsanları baskı altında tutacaksanız; yani onları sömürecek, istismar edecek, onların hak ve ihtiyaçlarını yok sayacaksanız, bu insanların adil olmayan muameleleri hak eden aşağılık Ötekiler olduğu inancını benimsemeye her türlü gerekçeniz vardır.

“fobi”yle biten kelimeler, “izm”lerin aksine, çoğunlukla klinik durumları belirtir. İngilizce bir metinde rastlanan ilk –fobi sözcüğü kuduz anlamına gelen hidrofobi (Yunanca “marazi su korkusu”) idi; 19. yüzyılda terim, fizikselden ziyade mental hastalıklarla ilişkilendirildi ve mevcut tıbbi kullanımda bazı fobik bireylerin gerçekte ciddi olmayan uyaranlara karşı derin korku, panik, iğrenme, tehlikeden kaçınmaya veya kaçmaya yönelik yoğun arzu gibi patolojik yanıtlar verdiği bir dizi endişe bozukluğunu ifade ediyor. Terimin gündelik hayatta kullanımının sınırları ise daha esnek: ‘patolojik (aşırı) reaksiyon’ anlamını koruyor fakat klinik fobinin esas semptomu olan kontrol edilemeyen kaygıya daha az, tiksinme ve nefret fikrine ise daha çok vurgu var. Bu yüzden, homofobi ve transfobi gibi kelimeler, adlandırdıkları baskı biçiminin temel nedeninin belirli bir azınlığa karşı bazı bireylerin patolojik korku ve iğrenme duyması olduğu şeklinde güçlü bir ima taşır. 

Bir Tarafta Nefret, Diğerinde İktidar

Ne patolojik nefretin varlığını inkâr etmek ne de bazı baskıcı eylemlerin nefret ifadesi olarak daha kolay yorumlandığına karşı çıkmak niyetindeyim. Örneğin ben, yalnızca gey ve lezbiyenleri, transları ve etnik ve dini azınlıkları hedef alan çok sayıda saldırıyı değil, kendini kadın düşmanı olarak tanımlayan Marc Lépine’in (1989 ‘Montreal Katliamı’nda 14 kadını ateşli silahla öldürdü) ve Elliot Rodger’ın (2014’te #YesAllWomen hashtag’ine sebep olan California’daki silahlı saldırıların faili) eylemleri gibi kadınlara karşı işlenen suçları da böyle yorumluyorum. Ancak, ciddi rahatsızlıkları olan kişilerin işlediği böylesi aşırı şiddet eylemlerinin, baskıyı anlayabilmemizde prototip haline getirilmesinin faydalı olacağını düşünmüyorum. Rodger gibi dengesini yitirmiş kadın düşmanları, tüm erkeklerin kadınlar üzerindeki güçlerinden istifade ettiği bir sistem olan cinsiyetçiliği normalleştiren ve onayan bir toplumun toksik, kontrolden çıkmış sonuçlarıdır. Patolojik vakaları prototip olarak değerlendirmek buzdağının görünen kısmı için onu taşıyan, daha az görünse de hacimce daha büyük yer kaplayan yapıyı ıskalamaktır. 

Yine de, “izm” kelimelerinin yerlerini –fobi kelimelerine bırakmasıyla, baskının yapısal ve sistemik doğasına dair anlayış, itici güç olarak nefrete gitgide daha fazla odaklanan bir anlayışa yerini bırakmış görünüyor. Ceza yargılaması sisteminde, örneğin, başka nedenlerle işlenen aynı suçlara nazaran daha ciddi ve ağır muamele gören ‘nefret suçları’ -mağdurun ait olduğu gruba duyulan nefretin motive ettiği suçlar- diye bir kategori var artık. Liz Kelly’nin işaret ettiği gibi, bu yaklaşımın kadın ve çocuklar için adaleti tesis etmede yardımı olmaz çünkü onların mağdur edilme biçimleri çoğunlukla ‘nefret suçu’ tanımına uymuyor. Ev içi şiddet, çocuk istismarı ve tecavüz, kadın ve çocuklardan bir grup olarak korkma ve tiksinmeden kaynaklanmaz; daha çok, erkeklerin üstünlük ve hakbendecilik hisleriyle, kadın ve çocukların onların menfaati için var olduğu ve karşılığında bir ceza almadan erkeğin kontrolü altında tutulabileceği, sömürülebileceği ve istismar edilebileceği varsayımıyla ilgilidir. Bunlar nefret suçu değildir, bunlar iktidar ve tahakküm suçlarıdır; ancak bu, bu eylemlerin mağduru olmuş veya olabileceklerin yaşamları üzerindeki etkilerini hiçbir şekilde hafifletmez.

Radikal feminist perspektife göre, baskının yalnızca bazen nefretle ama her daim iktidarla, kolektif siyasi çıkarlara hizmet eden sistem ve yapılarla ilgili olduğu anlayışını sürdürmek elzemdir. “Fobi” dili bunun üstünü örter: Bir eylemi hizmet ettiği çıkarlar yerine ifade ettiği duygulara odaklayarak politik olanı kişiselleştirir ve önyargıyı, bazı gruplara diğerleri pahasına fayda sağlayan bir sistemin ürünü değil, (bazı) bireylerin irrasyonel tepkisi olduğu imasıyla patolojikleştirir. Baskının kimin menfaatine olduğunu ya da kimin çıkarına hizmet ettiğini sorgulamayı bıraktığınızda Margaret Thatcher’ın “Toplum diye bir şey yoktur,” veczini andıran bir söyleme kayabilirsiniz kolayca. Orada iktidar ve eşitsizliğin maddi yapısı yoktur, sadece kişisel hisler ve bireysel kimlikler vardır.

Cinsiyetçiliği Yeniden Adlandırmak/Yeni Bir Çerçeveye Oturtmak

Geçenlerde bu türde bir söylem, anonim bir blog olan Feminists Unknown’da bir yazar tarafından hicvedildi. Kendisini fakir olarak ‘tanımlayan’ birinin kişiliğine bürünen yazar, çoğu zaman göz ardı edilen bir baskı türüne dikkat çekiyor:

Queer ve yoksulluk teorisyeni olan J’amie Olivier, Whipping Chav isimli harika kitabında bu fikri ortaya atmış. Eğer okumadıysanız lütfen okuyun. Kitap, fakir insanların nasıl paraları olmadığı için değil de ‘fakirfobi’den dolayı baskı altında oldukları hakkında çok fazla şeyi açığa kavuşturuyor. Fakirfobi: horoz dövüşüne, şargoz ve BİM ürünlerine karşı duyulan geniş çaplı bir antipati.

Her ne kadar ‘fakirfobi’ (bildiğim kadarıyla) hiciv maksadıyla uydurulmuş tamamen hayali bir konsept olsa da bu parodinin saptanabilir bir hedefi var. Whipping Chav isimli bu kurmaca kitap, femfobi terimini türetmesi ile bilinen Julia Serano’nun Whipping Girl isimli kitabına açıkça bir gönderme. Bu terimin kastettiği ise maskülen olarak algılanan şeylere göre, feminen olarak algılanan herhangi bir şeyin kültürel olarak değersizleştirilmesi. Serano, feminen özellik, ilgi ve meşgalelerin zayıf, aptalca, nahoş ve değersiz olarak hor görüldüğünü ve feminen tanımlamaların çoğu zaman aşağılayıcı olduğuna dikkat çekiyor: ‘kız gibi’ ifadesi bir erkeğe söylendiğinde büyük bir hakaret olarak algılanırken, bir kıza ‘erkek gibi’ denmesi daha az kınanan bir eylem olarak görülüyor.

“Bi’ dakika, bunun için halihazırda bir kelimemiz yok mu?” dediğinizi duyar gibiyim. Sahiden de var: 1970’lerin başlarında feministler, aynen bu duruma dikkat çekti ve bu durumu tanımlamak için kullandıkları kelime ‘cinsiyetçilik’ti. Feminen terim ve özelliklerin değersizleştirilmesi -hakir- kadınların, -üstün- erkeklerden aşağı olduğunu söyleyen genel cinsiyetçi mantığı izler. Öte yandan, Serano’nun mantığı, ‘fakirfobi’ parodisinin çok uzağında yer almıyor: “kadınlar cinsiyetçilik ve eril tahakkümden dolayı değil, ‘femfobi’ denilen, ayakkabı alışverişine, fırfırlı donlara ve pembe renge duyulan geniş çaplı antipatiden dolayı baskı altındadır.”

Feminist bir bakış açısıyla ele alındığında, bahsi geçen durumun kadınların erkeklerden aşağı görüldüğü geniş çaplı toplumsal bir sistemle hiçbir alakası yokmuş gibi ‘feminenliğin günah keçisi yapıldığını’ söylemek katıksız bir örtbastır. ‘Feminenlik’ baskının hedefi değildir; soyut bir kavram olmasının yanı sıra (öte yandan kadınlar somut olarak var olan insanlardır), Simone de Beauvoir’dan beri feministler, feminenliğin kültürel bir yapı -kadınlardan beklenen ve kabul gören şeyleri sınırlandıran inanç ve normlar bütünü- olarak kadınları ikincil statüde tutan bir araç olduğuna dikkat çekmiştir. Bu analiz, feminen özelliklerin kadınlarda değersizleştirilmek yerine idealleştirildiği ve ödüllendirildiği tespiti ile daha da pekişiyor. Bir kadına ‘feminen’ denmesi bir iltifat iken bunun tam tersi, ‘feminen değil’ ise bir yergi anlamı taşıyor. Ortalama bir cinsiyetçinin en çekemediği şey feminen olmayan bir kadındır. Mesela kıllı bacaklarıyla, takoz botlarıyla çenesini kapayıp gülümsemeyi reddeden bir feminist.

Serano, feminen görülmeyen kadınlara yönelik önyargının varlığını kabul ediyor fakat bunu kadınların erkeklere tabi olduğu bir sistemin işleyişine atfetmiyor. Ona göre bu,  katı bir ikili toplumsal cinsiyet ayrımı dayatarak ve herkesin bu ikilikte kendilerine ayrılan tarafta kalmasını buyurarak herkesi baskılayan (ne için ve kimin çıkarı uğruna olduğu belirsiz) bir sistemin işleyişini yansıtıyor. (Toplumsal cinsiyet baskılarına dair bu çatışan anlayışların dahası için bkz). Cinsiyetçilik bu çerçeveye oturtulduğunda gözden kaçan, kadınların ‘feminen olmayışlarının’ sebebi çoğunlukla, cinsel olarak aşağı gibi davranmakta başarısız bulunmalarına veya böyle davranmayı reddetmelerine dayandırılır. Bu sebeplerden ötürü cinsiyetçiler feministleri, hem ‘feminen değil’ (diğer bir deyişle, erkeklere çok fazla benzeyen) hem de ‘erkek düşmanı’ diye ve bunlar arasında çelişki görmeden tarif edebilir.

Feminizmin Günah Keçisi Haline Getirilmesi

‘Feminenliğin günah keçisi yapılması’, eril tahakküm ve kadınların ezilmişliği bağlamından; daha geniş çaplı bir sistemden koparıldığında artık bunun sorumlusu erkekler, erkeklerin egemen olduğu  kurumlar veya ataerkil toplumsal düzenlemeler olmaktan çıkıyor. Bazen ‘femfobi’ sanki doğal bir fenomenmiş gibi ele alınıyor. Fakat ‘femfobi’ için saptanabilir bir failin sorumlu tutulduğu herhangi bir bağlamda, bu failin bir feminist, feminist bir topluluk veya bir kurum olarak feminizm olması kuvvetle muhtemel.

Durumun bu olduğuna dair kuşkularım olsa da sezgilerimi gerçek kanıtlarla karşılaştırmak adına Google’ı, içinde femfobi, femfobik, fem fobisi kelimelerinin bulunduğu ve yakın zamanda yazılan metinleri derlemek için kullandım. Bu yöntemin mevcut kullanımla ilgili tam anlamıyla temsili bir resim çizdiğini söyleyemem (bu derlemeyi yapmak için bir araştırmacının kullanacağı araçlar kelimenin çok yeni olmasından dolayı kullanılamıyor) ama sonuç sezgilerimin temelde doğru olduğunu gösterdi. Verilerimdeki öğelerin hiçbirinde ‘femfobi’ cinsiyetçi erkeklere veya ataerkil kurumlara atfen kullanılmıyor. Birkaç tanesi kelimeyi gey, lezbiyen veya trans topluluklardaki önyargıyı kastederek kullanmış. Fakat büyük çoğunluğu kelimeyi özellikle feminizmi ve feministleri eleştirmek için kullanmış.

Mesela, şu:

Uzun tırnaklar. Dantel. Pembe. Makyaj. Elbiseler. Uzun saç. Topuklu ayakkabılar.

Feminizmde bu şeyleri ‘değersiz’, ‘daha aşağı’ olarak konumlandırmaya uğraşan bir trend fark ettim. Feminizmin otonomi ve seçimle ilgili olduğunu hatırlamamız gerekiyor. Kadınların seçimlerini denetleyerek, onlara ne giyip, ne giyemeyeceklerini söylediğimizde bizi ataerkiden farklı kılan nedir?

Ya da bu:

Femfobiye gelince çoğu feministin bu konuda hâlâ kör noktası var. Birçok feminist pek feminen değil ve dayatılan feminenlikten ötürü hissettikleri rahatsızlık yüzünden feminizme yakınlık duyuyor.

Bunlar, bir şeyi yeniden adlandırmanın ve yeni bir çerçeveye oturtmanın kol kola ilerlediğini görmek açısından iyi örnekler. Bu örneklerin yazarlarından hiçbiri feminizmi eril tahakküme karşı bir direniş hareketi olarak görmüyor. İlk yazarın varsayımları esasında liberal: feminizm ‘otonomi ve seçim’ ile ilgili. Diğer yazarın varsayımlarına uygun bir politik tanım bulmak daha zor: aslında tamamen apolitik, kimlik politikası ama politika kısmı yok. Radikal siyasete katılmanın en belirgin sebebi -sosyal adalete adanmışlık- yazarın referans çerçevesinin tamamen dışında kalıyor gibi gözüküyor. Bunun yanı sıra yazar, bir kişinin ‘feminen olmadığı’ için ‘feminizme yakınlık duymak’ yerine, feminenliği politik ilkeler sebebiyle reddedebileceğini idrak edemiyor. Feminizm, feminenlikten yoksun olmalarının onlara her yerde ‘rahatsızlığa’ yol açtığı için, kadınların bir çeşit sığınağı olarak gösteriliyor ve bundan dolayı feminen olmayan kadınların bu harekette yoğunlaşması, hareketin ‘femfobi’sinin açıklaması oluyor.

Bu esnada, eril tahakküm ve kadınların ezilmişliği çerçevesinde ufak bir mesele olan iktidar konusu ve kadınlara uygulanan baskı, görüş alanından tamamen kaybolmuş durumda. ‘Feminenliğin günah keçisi yapılması’ cinsiyetçiliğin bir dışavurumu olmaktan kendi başına bir baskı biçimi olmaya dönünce ezenin de kimliği değişiyor: artık sorumlu tuttuğumuz bir sınıf olarak erkekler ya da bir sistem olarak ataerki değil, diğer kadınların saçlarını veya ayakkabılarını tasvip etmeyerek onlara baskı uygulayan bir avuç feminist. Bu baskıcı davranışlarının feminist kadınlara ne gibi bir kazanç sağlayabileceğini ise kimse sorguluyor gibi görünmüyor. ‘Fobi’ çerçevesinde bu sorunun sorulmasına gerek yok çünkü baskı çıkar ilişkilerinin gözetildiği, yapısal bir politik sistem olarak görülmüyor; bu yalnızca diğer insanların seçimlerine karşı kişisel bir düşmanlığın dışavurumu.

Aynı şekilde, seks endüstrisinin kadınların üzerindeki baskıdaki rolüne dair yapısal bir analiz sunan feministler de ‘orospufobi’ ile suçlanabiliyor: fahişelere karşı irrasyonel bir korku. Özellikle bu suçlamayı yapanların aklında herhangi bir yapısal konsept var mı diye merak ediyorum. Baskıcı bir kuruma dair bir eleştiriyi, kurumu eleştirenlerin kurumun en çok ezdiğine inandığı insanlara bir saldırı olarak yorumlamalarını başka nasıl açıklayabilirim bilmiyorum. Seks endüstrisinin ne açıdan baskıcı olup olmadığı hakkında hemfikir olmamak mümkün fakat eğer seks endüstrisini eleştiriyorsan bu, fahişelerden nefret ettiğin anlamına gelir’ demek, büyük bir market zincirini çalışanlarına düşük maaş verdiği için eleştiriyorsan rafları düzenleyen çalışanlardan ve kasiyerlerden nefret ediyorsun demek gibi bir akıl tutulmasına benziyor.

Ahlaki Tiksintinin Liberal Siyaseti

Fakat, ‘fobi’ye dayalı politik söylem, makul argümanlardan ziyade içgüdüsel tepkilerle ilgili olması açısından çoğunlukla klinik durumu andırıyor. Feminist blogcu Marina S. buna dair çarpıcı bir örnek anlatıyor. Bir konferansın kadınlara özel alanlarla ilgili oturumunda bazı panelistlerin yorumlarını trans-dışlayıcı bulan bir kadın, onları dinlemenin yarattığı fiziksel etkileri dillendirerek itiraz etmiş: kalp çarpıntısı ve titreme gibi panik belirtileri yaşadığını belirtmiş. Marina S. bu tepkiyi, rasyonel ifadelerle tam olarak açıklanamayan güçlü, içgüdüsel iğrenme hissine dayalı bir teorik kavram olan ‘ahlaki tiksinti’ ile  ilişkilendiriyor. Şöyle açıklıyor:

Özgürlükçüler, özellikle başkalarının cinsel pratikleri konusunda, ahlaki tiksintilerinin düşük seviyede olmasıyla gurur duyarlar. Bu nedenle, sağcıların eşcinsellik gibi bazı şeylere karşı olmalarını ‘fobi’ -temelde ahlaki tiksintiden kaynaklanan irrasyonel korku- olarak kavramsallaştırmaya meyilliyiz. Aynı nedenden dolayı transfobi, orospufobi, şişmanfobi, femfobi gibi terimlerle birlikte ‘fobi’ çerçevesi … orada da uygulanmak üzere sosyal adaletçi sola da başarıyla taşındı..

Marina S., bu kadının tepkisinin, muhafazakâr bir konumdan gelse liberallerin ‘fobik’ ilan edeceği aynı tavrı tekrarladığına dikkat çekiyor:

…karşımda tamamen, kelimenin her anlamıyla fobik tepki gösteren biri vardı… Tam da homoseksüel ilişkileri suç haline getirmeye ya da ötekileştirmeye çalışan muhafazakâr aktivistler gibi kendi tepkisinin duygusallığını, güçlü bir ilerici/liberal ahlaki argüman olarak kullanıyordu: Beni üzdün, dolayısıyla haklıyım.

Bu ilerici/liberal pozisyon, muhafazakâr pozisyonun yansıması gibi: muhafazakârlar kuir/trans insanlara karşı tiksinti duyarken, ilerici/liberal ise aynı tiksintiyi muhafazakârın homofobisine/transfobisine karşı duyuyor: Başkalarına atfettiği ahlaki tiksintiye karşı ahlaken tiksinti duyuyor ve bu hissettiği tiksintinin kuvveti, ahlaki haklılık iddiasını doğuruyor. (‘Beni üzdün, dolayısıyla haklıyım.’) Marina S.’nin dediği gibi, bununla tartışmak imkânsız: Ahlaki tiksinti, içgüdüsel ve duygusal; rasyonel argümanlarla karşı çıkılabilecek bir şey değil.

Her ne kadar ‘fobi çerçevesi’ ‘sosyal adaletçi sol’a kök salmış olsa da bu, radikalden ziyade liberal bir çerçeve. Radikal feministler liberallerle bazı konularda anlaşıyor olsa da, -muhafazakârlar onlara karşı çıkarken lezbiyen ve geylerin haklarını savunmak gibi- bunun sebebi tüm cinsel pratiklerin aynı saygıyı hak ettiğini ve ahlaken farklı olmadığını söyleyen liberal görüşü paylaşmamız değil. Eğer amacınız kadınların bir sınıf olarak ezilmesini ortadan kaldırmak ise heteroseksüel olmayanların haklarını savunmak gayet mantıklı fakat liberallerin savunduğu, cinsel hizmetlerin satın alınması gibi, başka uygulamalara karşı çıkmak da bir o kadar mantıklı. Radikal feministler ile liberaller arasındaki fark, birinin diğer insanların seçimlerini yargılarken diğerinin yargılamaması değil. Her ikisi de farklı değerlere göre yargılarda bulunuyor. Katılmadığınız her yargının ‘fobi’den, karşınızdaki kişinin farklı değerleri veya prensipleri olmasından değil de yalnızca irrasyonel korku ve nefretten kaynaklandığını söylemek, herhangi bir politik argümanınız olmadan karşınızdaki kişinin konumunu gayri meşru kılmanın bir yolu. Bu, dili, duymak ya da uğraşmak istemediğiniz görüşleri susturmak için kullanmak.

Yanlış Analojiler ve Yanıltıcı Memler

‘Fakirfobi’ parodisinin komikliği, fakir insanların ezilmesinin parasızlıklarıyla ilgili olmadığına dair absürt iddiada yatıyor.  Yoksulların karşılaştığı sorunların tam bir analizi, şüphesiz maddi yoksunluktan fazlasını kapsasa da ekonomik eşitsizliğin temel sorun olduğu apaçık ortada. Bu parodinin bize hatırlattığı bir diğer şey ise hepsi tamamen aynı şekilde işlemeyen ve tamamen aynı ifadelerle makul olarak anlatılamayacak farklı baskı sistemlerinin olduğu.

Baskı hakkında konuşurken kullandığımız dil, her zaman bir grubun durumu ile bir başka grubun durumu arasında benzeşmeye bağlı olma eğiliminde olmuştur. ABD’de feminizmin hem ilk (sufrajetler) hem de ikinci (kurtuluşçular) dalgasında feminist politikada faal olarak yer alan kadınlar, ırksal adalet hareketlerindeki (19. yüzyılda kölelik karşıtı hareket ve 20. yüzyılda sivil haklar hareketi) önceki tecrübelerden, kölelik ve sonrasında segregasyon altındaki Siyahların durumu ile kadınlar olarak kendi durumları arasında gördükleri paralleliklerden ilham aldı. Cinsiyetçilik terimi, bu tarihin ışığında, ırkçılık teriminin cinsiyet/toplumsal cinsiyet açısından benzeri olarak ortaya atıldı. Pek çok yorumcu, ikinci dalga feministleri cinsiyetçilik ile ırkçılık arasındaki paralelliğe fazla vurgu yaptıkları ve bunlar arasındaki farklılığa yeterince dikkat etmedikleri için eleştirmiş olsa da dilde benzetme yapma eğilimi gücünü koruyor ve hatta internet ‘mem’i çağında daha da güçleniyor.

Mem kelimesini aslen, genin kültürel benzerini ifade etmek amacıyla Richard Dawkins türetmişti. Memler de genler gibi kendilerini kopyalayarak [eşleyerek] çoğalan birimlerdir ama gen eşlemesi biyolojik bir süreçken mem kopyalanması toplumsal bir süreçtir; memler taklit ve zamanla yeni durumlara uyarlanarak yayılır. Çokça itiraz edilen gen/mem benzeşmesi hakkında konuşmaya daha fazla devam etmeyeceğim ama mem, (günümüzde genellikle dijital medya aracılığıyla) hızla yayılan kültürel gelişmeler için kullanılan ve aynı temel tema üzerinden birçok varyasyona ilham veren bir terim olarak günlük kullanıma geçmiş bulunmakta. Sürekli genişleyen ‘fobi’ sözlüğü ise bunun tipik bir örneği: aslen tek bir deneyim çeşidini tarif eden bu kelime, orjinal haline bir şekilde benzediği düşünülen deneyimleri tarif eden bir sürü kelime için şablon haline geldi.

Bu süreçle ilgili bir problem ise benzeşmelerin gücünü ve aydınlatıcı olma özelliğini gittikçe yitirme eğiliminde olması. Homofobi kelimesi lezbiyenlere ve gey erkeklere duyulan bazı önyargı çeşitleri için makul bir terim, kelimenin akla getirdiği ekstrem ve irrasyonel nefret örneklerine işaret etmek oldukça kolay. Fakat femfobi’yi, ‘feminen’ şeylerin kültürel olarak değersizleştirilmesini ifade eden, homofobi gibi yerinde bir tanımlama olarak görmek çok daha zor. Daha önce alıntıladığım listedeki şeyler (uzun tırnaklar, dantel, makyaj, pembe, elbiseler, uzun saç, topuklu ayakkabılar) karşısında gerçekten korku, tiksinti veya panik hisseden kim var?

Dikkat çektiğim noktayı açıklayan başka bir örnek ise günümüzde mansplaining (erizahat) modelindeki gibi kurulan kelimelerin hızla çoğalması. Bu kelime, cinsiyetçi ve belli bir üstünlük taslama biçimini, kendilerinin bilgi sahibi ve kadınların aptal veya cahil olduğunu varsayan, kadınların zaten bildiği ve muhtemelen erkeklerden daha fazla bilgi sahibi olduğu konularda kadınlara izahat veren erkekleri tanımlamak için türetilmişti. Bu terim rağbet gördü çünkü adını koyduğu deneyim, pek çok kadının bildiği bir deneyimdi. Fakat bu kelimenin ardından hızla whitesplaining ve cissplaining gibi terimler geldi. Bu metni yazarken straightsplaining ve abilitysplaining terimlerine de rastladım. ‘Splaining’ politik bir mem haline geldi orası kesin ancak orjinal halinden uzaklaştıkça işe yarar herhangi bir politik amaca hizmet etmekten de bir o kadar uzaklaşıyor.

İlk olarak, bu yeni ‘splaining’ terimlerinin hepsinin gerçek ve tanınabilir bir deneyimi tarif ettikleri kesin değil. Mesela ‘Straightsplaining’*, benim için hiçbir şey çağrıştırmıyor: gey erkekler (ya da kadın olmalarının dışında lezbiyenler) ile ilgili aptal/donanımsız diye kalıpyargılar üretilmediği için bu özelllikle yaygın bir deneyim ise çok şaşırırım. Aptallık ve donanımsızlık, baskı altındaki diğer grupların da negatif kalıpyargıları arasında yer alıyor: yalnızca kadınların değil, beyaz olmayan insanların, işçi sınıfından insanların, yaşlıların ve engeli olan insanların da hor görüldükleri ve aptal gibi muamele edildikleri tecrübeleri olması olası. Buna rağmen bu deneyimlerin her seferinde tam anlamıyla özdeş olup olmadığını, aynı motivasyonla, aynı biçimde, aynı sonuçları vererek gerçekleşip gerçekleşmediğini sorgulayabiliriz. Mesela engelli olmayan kişilerin engeli olanları hor gördüğü belirli bir tavır var ve bu tavır ‘sağlamcılığın’ bir tezahürü olarak on yıllardır analiz ediliyor. ‘Abilitysplaining’** bu analize yeni bir şey katıyor mu? Aslında bunun tam aksinin gerçekleştiği, engeli olan insanların her gün karşılaştıkları diğer baskıcı pratiklerle bağlantı kurmak yerine kadınların tecrübeleri ile paralellik oluşturmaya çalışarak konuyu karmaşıklaştırdığı söylenebilir.

‘X-fobi’ ve ‘X-splaining’ gibi ifadelerin durmaksızın artmasının arkasında kesişimselliğin epey karıştırılmış bir yorumunun  olduğundan şüpheleniyorum. İnsanlar şu şekilde bir mantık yürütüyor: Eğer herkesin ezilmişliği eşit derecede önemliyse a) herhangi bir konunun herhangi bir şekilde ele alınışı hepsini kapsamalı—‘Straightsplaining’ denen bir şeyin olması gerekiyor çünkü böyle bir şeyin varlığını inkâr etmek kuirlerin maruz kaldığı baskı, diğer baskı türlerinden daha az önemliymiş gibi davranmak anlamına gelir; ve b) ezilmişliklere eşit derecede önem göstermek, hepsi için aynı analitik çerçeveyi kullanmamızı gerektiriyormuş gibi hepsi aynı terimlerle ele alınmalı. Benim anladığım kadarıyla, kesişimselliğin asıl anlamı ise bunun neredeyse tam tersi: Kesişimsellik, kesişimlerin türettiği ve farklılaşan ezilmişlik deneyimlerini (örn. farklı etnik köken ya da sosyal sınıflardan kadınlar cinsiyetçiliği neden tam olarak aynı şekilde yaşamıyor) anlayabilmek için farklı iktidar sistemlerinin ayırt edici özelliklerine dikkat etmek anlamına gelir. Eğer baskının işleyişi konusunda spesifik olmamız gerekiyorsa bu spesifikliği yansıtabilecek bir dil de gerekiyor. Herkes/her şey için aynı terimlerin varyasyonlarını kullanmak farklılıkları törpüler, mevzunun aslında nasıl işlediğini görmemizi engeller.

Birbiriyle ilintili olan ama aynı olmayan şeyleri birbirinden ayırt edebilen ve baskının her türünü yalnızca tek bir sebebe veya mekanizmaya indirgemeyen politik bir dile ihtiyacımız var. İktidar ve eşitsizliğin işleyişinin anlaşılmasını güçleştirmeyen, önyargıyı patolojikleştirmeyen veya belirli bir baskı biçiminin kime hizmet ettiğini muğlaklaştırmayan politik bir dile ihtiyacımız var. Bu kriterleri karşılamayan bir dil hiç de politik değildir. Son zamanlarda popülerleşen bir memi uyarlamak gerekirse, ‘Feminizmim politiktir, değilse boktan bir şeydir.”

*Straightsplaining: Heteronormatif insanların kuir insanların hayatlarına ve tecrübelerine dair içgörülerini paylaşması.
**Abilitysplaining: Engelli olmayan insanların engelli insanların hayatlarına ve tecrübelerine dair içgörülerini paylaşması.

Çeviri: Daniela ve lorcareader
Redaksiyon: Melis

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s