Son dönemde feministlere yönelik sıkça karşılaştığımız “transfobik” suçlaması yerel değil küresel bir çatışmanın göstergelerinden. Dünyada trans hakları hareketi görünürleşirken, kimi feministler de bu hareketin politik iddiaları ve taleplerinin kadınların çıkarlarıyla çatıştığını dile getirdiği için bu suçlamaya maruz kalıyor. Aslında transfobi suçlaması ile karşı karşıya kalmak için trans hakları hareketini eleştirmeye bile gerek yok, kadın anatomisinden bahsetmenin dahi transfobik olarak damgalanabildiği örneklerle karşılaşıyoruz. Bununla paralel olarak dünyanın birçok yerinde, cinsiyetle ilgili trans hakları hareketinin taleplerini merkeze alan yeni yasalar çıkıyor ya da öneriliyor. Birleşik Krallık’ta kişinin salt kendi beyanıyla cinsiyetini değiştirmesine olanak sağlayan yasa tasarısına dair tartışmaların feministlerin itirazlarıyla yoğunlaştığını da izliyoruz. Bunun kadınlar ve kız çocukları için ne gibi sonuçlar doğurabileceğini anlatan değerlendirmelerden birine Dünyadan Çeviri’den erişebilirsiniz. Çevirdiğimiz bu yazı ise, meseleyi biraz daha derinden ele alma derdinde. Feminist felsefeci Jane Clare Jones, “transfobi” suçlamasını temel alarak günümüzün trans hakları hareketini, geçmişin eşcinsel hareketiyle karşılaştırıyor. Aradaki farkın neden ve nasıl bir çatışma yarattığını, feminist politika üzerindeki etkilerini de açıklayarak bize oldukça berrak bir şekilde sergilediğini düşünüyoruz. Keyifli okumalar. Nefretle değil, muhabbetle…
Demek Momentum bir video yayınlamış ha?

Açık konuşmak gerekirse türünün klasik bir örneği denebilir buna. Haydi herkes coşkuyla tekrarlasın: Trans hakları tıpkı eşcinsel hakları gibidir. Bunun aksini düşünen her kimse ahlaki olarak çökmüş geri kafalı edepsiz bir göttür ve bugün transların hak taleplerine yönelttiği itirazları gelecekte yüzünü ekşiterek büyük bir utançla anımsayacaktır. Arkaaşlar, yazın bunu kenara, biz hep sizin iyiliğiniz için söylüyoruz bunları. TARİHİN YANLIŞ TARAFINDA KALIP ENSELENMEK İSTEMEZSİNİZ Dİ Mİ????
Eşcinsel ve trans hakları arasındaki benzerliğin trans hakları hareketi tarafından gündeme getirildiğini sanırım söylememe gerek bile yok. Owen Jones adlı eleman da bunu dilinden düşürmüyor çünkü konu hakkında söyleyecek sözü olan hiç kimseyi -özellikle de dişi hiç kimseyi- açıkça dinlememe tercihini böylece meşrulaştırabiliyor. Günümüzde trans haklarının pek çok LGBTQI+ örgütünde merkezi rolde olması ve Stonewall’un (LGBTİ örgütü) gündemindeki baskınlığı da bu fikrin yerleşikliğini gösteriyor. Muhtemelen en çok da trans haklarına dair itirazların bağnaz ve ‘transfobik’ -eşcinsel hakları söyleminden direkt alınan ve fobik ayrımcılık kavramının zihin bulandırıcı şekilde apartılması- ilan edilip geçersiz kılınmasında mevcut.
Bu strateji müthiş etkili oldu. Trans hakları hareketinin tarihte eşi benzeri görülmemiş bir hızla yükselmesinin sebebi, o dörtnala giderken şöyle bir baktığınızda, hakikaten de tıpkı eşcinsel hareketi gibi görünüyor olması. Ve bugün dünya -kabaca ifade edersek- boka sararken birçok insan boğazına kadar işe güce, güvencesizliğe, abur cubura ve kaygıya gömülmüş durumda. Haliyle dört nala koşana anca o geçerken bakacak haldeler. İnsanlar kendilerine ilerici pozisyonun, iyi ve doğru fikrin ne olduğunun söylenmesini istiyorlar sadece. Bunu öğrenip işlerine bakma derdine düşmüşler. Anlaşılır bir şey bu. Ancak ortada devasa bir problem var. O da eşcinsel hakları ile trans hakları arasındaki benzerliğin o fiyakalı sloganlarla doldurulmuş Momentum videosu kadar yüzeysel ve temelsiz olmasıyla alakalı.
Burada yapmaya çalıştığım şey ‘fobik ayrımcılık’ kavramının eşcinsel hakları için işe yaramışken yüzeysel benzerliklere rağmen trans hakları tartışmasındaki meseleleri tam anlamıyla neden kapsamadığı, bu yüzden de aslında gündemi ilerletmek için nasıl siyasi propaganda ve perdeleme işlevi gördüğü üzerine düşünmek. Yani ‘homofobi’ suçlamalarının politik olarak güçlü ve eşcinsel hakları söyleminin isabetli bir parçası olduğunu; öte yandan hatalı bir benzetme olan ‘transfobi’ kullanımının trans hakları tartışmasındaki meselelere dair algıları oldukça çarpıtan ve böylece tartışma imkanını engelleyen bir işleve sahip olduğunu öne süreceğim.
Neyse, başlayalım. ‘Homofobi’ söylemi esasen eşcinsellerin ahlaki tiksinti temelli bir ayrımcılığa maruz kaldığı fikrine dayanır. Bu da iç içe geçmiş iki fikri içerir. Birincisi ahlaki tiksintinin insanlardan bir şeyi yapmamalarını istemek için meşru bir zemin oluşturmadığıdır (Doğru). Hele de sizin iğrenme duygularınız başkalarına ciddi zararlar veriyorsa (Bu da doğru). Daha da önemlisi, ahlaki tiksintinin kolaylıkla şiddete (ve eski moda anlayıştaki fiziksel şiddetten bahsediyorum) evrilebilen nahoş ve saldırgan bir duygu olduğunu biliyoruz. İkincisi homoseksüellik karşıtı ayrımcılık tamamen ahlaki tiksintiden kaynaklandığı için aslında bu ayrımcılık için hiçbir meşru zemin gösterilemiyordu ve tüm itirazlar adeta kılık değiştirmiş ahlaki tiksintiden ibaretti. Yani eşcinsel hareketin başarısı taleplerine itiraz etmek için kimsenin geçerli bir sebebi olmadığı fikrini yaymaya dayanıyordu. Bu taleplere karşı çıkan her kimse iğrenç, leş bir yobazdı ve fikirlerinin demokratik bir siyasi tartışmada yer verilebilecek herhangi bir değeri yoktu.
Bu strüktür olduğu gibi ‘transfobi’ kavramına transfer edildi. Trans hakları hareketi için pek çok açıdan önemli bir işlev de görüyor. Öncelikle ahlaki tiksinti fikri ödünç alındı ve adeta yüz kat güçlendirildi. Bizi tiksindiren şeylere tepkimiz onları yok etmeye çalışmaktır. Bence tam da bu yüzden trans aktivistler taleplerine yönelik en küçük itirazı ‘varoluşlarını yok sayma’ veya onları ortadan kaldırma niyetiyle ‘dışlama’ ile eşitlerken, ‘fobi’ ifşalarının çıkardığı ses de bu iddiaları alttan desteklemiş oluyor. (Bu ayrıca ısıtılıp ısıtılıp önümüze konan bir iddianın da temel öğelerinden. O da bir avuç sol eğilimli feminist kadının Westboro Baptist Kilisesi ya da benzer bir saçmalıkla sorunsuzca kaynaşarak ortaklık kurduğu iddiası. (“Burası bir uçtan diğer uca kendinden nefret eden lezbiyenlerle dolu, valla bak!”)
Can alıcı bir nokta olduğu için ikincisini detaylı inceleyeceğiz. ‘Homofobi’ kavramının kullanımı eşcinsel haklarına yönelik itirazları boşa çıkarmak için büyük anlam ifade ediyordu çünkü bir şeye yönelik ahlaki ya da siyasi bir itirazın geçerli olabilmesi için onun zarara yol açması gerekir. Oysa eşcinsel hakları hususunda, eşcinselliğin birine zarar veriyor olduğuna dair ikna edici argüman kıtlığı söz konusu. Eşcinsellere zarar vermiyor (aksine baskı altına alınmaları bariz biçimde zarar veriyor) ve başka hiç kimseye de zarar vermiyor.[1] İşte tam burada ‘homofobi-transfobi’ benzerliği dağılıveriyor. Bunun sebebi trans haklarına dair taleplerin bizi oldukça makul sebeplerle endişlendirebilecek pek çok potansiyel zarar barındırması. Momentum’un bize felaket tellalı yobazlar olduğumuzu hatırlatmaya karar verdiği hafta Karen White haberinin de gündeme düşmesi hakikaten oldukça manidar. Tecavüz sanığı olarak tutuklu yargılanan bir trans kadın olan Karen White gönderildiği kadın cezaevinde dört mahkuma cinsel saldırıda bulundu. (Kimin aklına gelirdi ki?)
Trans hakları aktivizmine dair anlamamız gereken temel mesele eşcinsel hakları hareketinin aksine, bunun transların ayrımcılığa uğramaması için çabalamaktan ibaret olmadığı. Bu hareket daha ziyade bir insanı erkek ya da kadın yapanın ne olduğuna dair köktenci bir yeniden kavramsallaştırma fikrine odaklanmış durumda. Teorik olarak bu hem kadınları hem de erkekleri aynı derecede etkiliyor ancak pratikte trans kadınlardan gelen toplumsal baskının neredeyse hepsi ‘kadın’ fikrine ve kadın haklarına yönelmekte. Dolayısıyla bütün mesele eril insanların dişi insanların sahip olduğu bir şeyi talep etmesine gelip dayanıyor. Aslına bakarsanız, o şey de bizim varoluşumuz. Dahası, anlıyoruz ki eril insanlar dişi insanlar üzerinde toplumsal güce, iktidara ve had safhada baskı uygulama eğilimine sahipler (kim bilebilirdi ki?). Ayrıca bunu yapan diğer eril kimselere de sempati ve destek göstererek arka çıkıyorlar. (Adeta cins diye bir şey var ve bu da sanki iktidarla epey alakalı gibi duruyor, hımmm?)
Bugün trans hakları aktivizminin mevcut biçimi bir insanın erkek ya da kadın olmasının insanlarda varlığı aşikar olan eşey ayrılığı (sexual dimorphism) ile ilgisiz olduğu ana fikrine sahip. Bunun yerine pek çoğumuzun kadın ya da erkek oluşumuzu tanımlamak için teşhis bile etmediği, kişinin öznel hissiyatına dayalı bir çeşit içsel toplumsal cinsiyet özü olan ‘cinsiyet kimliği’ne (Ç.N: Türkçede ‘cinsiyet kimliği’ olarak kullanılan bu kavram ‘gender identity’, direkt olarak çevirirsek: ‘toplumsal cinsiyet kimliği’) göre belirleniyor. ‘Trans kadınlar kadındır’ ifadesi bu ideolojik manevrayı içinde barındırıyor. Aslında bu ilk bakışta trans kadınların görmesi gereken ve pek çok insanın da onlara göstermek istediği saygıyı içeren oldukça makul bir talep. Ancak siyasi bir argüman olarak eril doğmuş insanların varoluş ve çıkarlarıyla, dişi doğmuş insanların varoluş ve çıkarları arasındaki tüm ayrımları reddetmek için kullanılıyor. Karen White’ın kadın cezaevine alınmış olması ‘trans kadınlar kadındır’ kabulüne dayanıyor çünkü onunla herhangi bir kadın arasında ne fark olabilir ki, değil mi? İşte tanımda böylesi bir değişikliğin endişe verici pek çok sonuç doğurması mümkün. Konuya aşina olmayanlar için olası zararlara dair tüm tartışmaların bulunduğu bir eki de bu yazıya ekledim. (Kısa olmasını umardım ama yalan söylemek istemem.) Ancak şöyle biraz daha kısaca sıralayabiliriz:
- Kadınların rızası olmaksızın kadın tanımını değiştirmek. Biyolojiye dayanan tanımı kaldırıp yerine bilhassa toplumsal cinsiyet kimliğine dayanan tanımı koymak. Herhangi bir grup insanın kendini tanımlama hakkına sahip olması, hele de bu tanım ezilen bir insan grubu için kullanılıyorsa olay yaratmıyor olmalıydı. Daha da önemlisi bu tanım değişikliğinin ezen gruba/sınıfa ait insanlarca yapılıyor olması ve ezen grubun çıkarlarına hizmet etmesi oldukça önemli bir problem olmalı. Bu tanım değişikliği şu sonuçları yaratabilir:
- Kadınların hem biyolojik sınıflandırma açısından hem de politik bir kategori olarak ortadan kaldırılması. Bu onları insandışı görmekle son derece ilgili olmasının yanı sıra, kadınların özellikle bedenlerini ve bedenleriyle ilgili politik meseleleri adlandırmalarının önünde engel oluşturur. Bu da şuna yol açar:
- Kadınlara yönelik baskının cins temelli niteliği dile getirilemez olduğunda kadınları ezen mekanizmalara dair feminist tahliller yapmanın düşünce ve nefret suçu haline gelmesi. Cinse işaret etmeye karşı getirilen resmi kurallar şunlara neden olacaktır:
- Kanuni değişikliklerin doğuşta kayıt altına alınan cinsi geçersiz kılması. Bu durumun kadınların kamusal yaşamda temsili, cinsler arası ücret eşitsizliği, suç istatistikleri ve erkek şiddetiyle ilgili kadınlar üzerindeki cins temelli baskıyı izlemek ve tariflemek için toplanan veriler üzerinde etkisi olacak.
- Kendini kadın olarak tanımlayan eril insanlarla dişi insanlar arasında hiçbir anlamlı fark olmadığını iddia etmek, dişi insanların kullanımına sunulan tüm hizmetlerin aynı zamanda eril cins özellikleriyle doğup kendini kadın olarak tanımlayanlar için geçerli olmasını gerektirir. Transaktivizmin günümüzdeki biçimi birinin trans kadın olup olmadığına karar verirken cinsiyet geçişini değil kişinin kimlik beyanını dikkate alıyor. Gündemdeki Toplumsal Cinsiyet Tanıma Yasası da cinsiyet geçiş süreci yerine kişisel toplumsal cinsiyet beyanının yasal olarak kabul görmesi, hatta bu beyanla doğum belgelerindeki cinsiyet ibaresinin dahi değiştirilmesi konusuna odaklanıyor. Pratikte bunun doğuracağı sonuç kadınlara ve kız çocuklarına ayrılmış mekanlara kadın olduğunu iddia eden herhangi bir erkeğin girebilecek olmasıdır. Bunun da saldırgan erkekler ve pedofiller tarafından istismar edilmesinin ne kadar basit olduğunu beyinleri trans ideolojisi tarafından turşuya çevrilmeyen herkes kolayca görebilir.
- Kadınlara ve kızlara yönelik erkek şiddetinin gerçekliği, trans hakları hareketinin çıkarlarına hizmet etmek için sürekli reddediliyor. Bu da kendi başına trans ideolojisinin güncel biçimine gönül vermiş trans kadınların, kadınların siyasi çıkarlarını temsil etme ve siyasi olarak feminist dayanışma içinde kadınlarla hareket edebilme becerisi olmadığının ispatı gibi.
- İnsanlardaki eşey ayrılığı gerçeğini inkâr etmekten doğan sorunların dışında, trans ideolojisi aynı zamanda gerici bir teori olan özcü bir toplumsal cinsiyet kimliği fikrine sadık görünüyor. Toplumsal cinsiyetiyle uyumsuz insanları ayrı bir sınıfa dahil ettikleri için ataerkil toplumsal cinsiyet uyumunu olumlamış oluyorlar. Yani bu uyumsuzluğu, toplumsal cinsiyetin patriyarka tarafından zorla giydirilen bir kıyafet oluşuna kanıt göstermektense, feminen erkeklerle maskülen kadınların doğuştan sahip oldukları cinsiyete ait olmadıklarına dair propaganda yapıyorlar.
- Toplumsal cinsiyete uyum göstermemekle trans kimlikler arasında kurulan bağ, toplumsal cinsiyetleriyle uyuşmayan ve eşcinsel çocukların medikalizasyonu açısından önemli bir rol oynuyor. Medikalizasyonun ciddi sonuçlara yol açması mümkün. Bunlar karşı cins hormonlarının yaşam boyu kullanımıyla ortaya çıkan kısırlık, cinsel fonksiyon bozukluklarını da içeren yan etkiler. Eşcinsel hakları hareketinde bu medikalizasyonun olası zararlarının yakınına yanaşan hiçbir şey yoktu. Daha da önemlisi şimdi bu zararların potansiyel hedefi büyük oranda eşcinseller.
- Çocuklara yönelik bu muhtemelen gereksiz medikalizasyon özellikle dişi çocuklar açısından önem taşımakta. Çünkü trans hakları savunuculuğu süreci başladığından beri toplumsal cinsiyet kimliği uzmanlarına yapılan başvurularda kız çocuklarının başvurularında diğerlerine oranla muazzam bir artış var. Bu oldukça endişe verici çünkü bu kızların azımsanmayacak bir kısmının lezbiyen ya da otistik spektrumda olduğunu düşünmemiz için yeterince sebep mevcut. Ayrıca ataerkil toplumda kızların ergenlikte maruz kaldıkları, özellikle cinsel taciz ve nesneleştirme gibi deneyimlerin yarattığı travmayla ilgili sorunlar da söz konusu olabilir.
- Genel anlamda kadınlığın anlamsızlaştırılması, özellikle de feminist kadınların görüşlerinin gündemden silinmesi yüzünden trans hakları hareketi eşcinsel hareketin tarihindeki lezbiyenleri hatırlatmayı ve onurlandırmayı gerektiren çıkışlar yapıyor. Daha sonra üzerinde duracağımız üzere bu da trans haklarının cins kavramını ortadan kaldırmaya odaklanmış olmasına ve dolayısıyla hemcinsler arası arzuyu da kabul edemeyeceğine dayanıyor. Bu lezbiyenler için önemli bir mesele çünkü cinsel yönelimleri hiçe sayılarak, kendilerini kadın olarak tanımlayan eril bedenli insanları cinsel partnerler olarak kabul etmeleri gerektiğine dair artan bir baskı altındalar. Hatta trans hakları hareketi işi sadece hemcinslerine çekim duyan kadınlara “vajina fetişisti” demeye vardırdı. Aferin size çocuklar.
Özetlemek gerekirse: insanları ‘homofobik’ olarak nitelemek eşcinsel hak hareketi tarafından kullanılıyor, böylece siyasi mücadelelerine yönelik tüm tepkiler ahlaki tiksinti olarak gayrimeşru ilan edilerek geçersizleştiriliyordu. İnsanlara ‘transfobik’ demek de aynı imayı yapıyor ve çok da işe yarıyor. Trans haklarıyla ilgili meşru demokratik söylem dışına çıkmaya cüret edebilen herhangi bir kaygıyı üstünkörü biçimde nefret söylemi ilan edip susturuyor. Bu gerçekte olan bitene dair büyük bir çarpıtma çünkü yukarıda belirttiğim gibi ‘cins ve toplumsal cinsiyet’ hakkındaki temel tahlillerimizi yeniden inşa etmenin potansiyel zararlarına dair makul soruların sayısı hiç de az değil. Gelgelelim bu manevra trans haklarının siyasi stratejisi açısından mutlak biçimde ana gövdeyi oluşturuyor. Bunun sebebini bu konuda tartışmaya çalışanların çoğu çok iyi biliyor; trans aktivistlerden sorduğumuz sorulara ve kaygılarımıza dair kayda değer yanıtlar alamıyoruz. Hem de hiç.
Örneğin birkaç hafta önce üç saatimi o makbul ve kesişimsel cenahtaki Everyday Feminism’den birileriyle güya tartışarak geçirdim. Mesele cinsiyetin kişinin beyanı ile belirlendiği koşullarda kadınlara ait alanlara herhangi bir erkeğin girmesine engel olmanın fiilen imkansız olduğunu söylememdi. Transfobik, ırkçı ve -elbette- bağnaz olduğum söylendi, duygu sömürüsü yapmaya çalıştılar (“benim taymlaynıma gelip tecavüz hakkında konuşuyorsun, ben tecavüz mağduruyum kalpsiz orospu” [“e o zaman kendi geniş platformunda başka mağdurların ifadeleriyle niye dalga geçiyorsun?”]), konuştuğum trans kadının çükü olduğunu ima ettiğim iddia edildi (Bunu yapmamıştım, yapmazdım, yaptığımı da gösteremediler). Alay, çarpıtma ve duygu sömürüsü dolu bir teraneydi. Elimizdeki sorunu, fikir içeren bir açık yüreklilikle ele alan tek bir gayret söz konusu değildi (tabii ‘tecavüzcüm kahverengi gözlüydü, yani bütün kahverengi gözlüleri yasaklayacak mıyız?’ size fikir gibi görünmüyorsa). Kadınların bu meseleyle ilgilenmesinin anlaşılabilir sebepleri ya da anlamsız bir gareze dayanmayan motivasyonları olabileceğine hiçbir ihtimal vermedikleri açıktı. Bu da toplumun en az yarısını etkileyecek kamu politikalarını şu an nasıl oluşturduğumuzun apaçık göstergesi.
‘Transfobi’ suçlamasının trans haklarına dair tartışmaları kontrol etmek ve kapatmak için kullanılma biçimi transfobi tanımının amacını aşıyor. Ancak aslında kullanım amacı tam da bu. Daha önce söylediğim gibi, ‘homofobi’ eşcinsellere yönelik ayrımcılığın kökeninde bu insanların cinsel pratiklerine dair ahlaki tiksinti olduğunu bence de doğru şekilde tarifliyor.[2] Eğer ‘transfobi’, ‘homofobi’ ile benzer nitelikteyse (yani meşru bir siyasi tartışma yürütülemeyeceğine dair iddianın temeliyse), o zaman söz konusu ahlaki tiksintiye işaret etmek gerekir. Dahası mücadele ettiğiniz ayrımcılık ve sizinle tartışan insanların argümanları arasında eşcinsellere yönelik şiddette olduğu gibi bir sebep-sonuç ilişkisi kurulması gerekir.
Politik tartışmalardaki ‘transfobi’ kullanımı bunlarla örtüşmüyor. Translara yönelik ahlaki bir tiksinti mevcutsa, bunu ataerkil kurallarca belirlenmiş toplumsal cinsiyet ifadelerinin sınırlarını aşan insanlara verilen tepkilerde görüyor olmalıyız. Böylesi bir tiksintiyi açığa vuran kişilerin erkeklerde kadınsı davranışları rahatsız edici bulan, dolayısıyla ataerkillikten nemalanan insanlar, özellikle de erkekler olmasını bekleriz. Hakikaten de sözkonusu olan transların maruz kaldığı şiddetse, bunun neredeyse tamamen trans olmayan erkekler tarafından trans kadınlara yönelik olduğunu söyleyebiliriz.[3] Ancak yukarıda listelediğim kaygıların kolaylıkla ‘ahlaki tiksinti’ çuvalına sokulamayacağı da ortada olmalı. Buna rağmen trans aktivistlerce yapılan ‘transfobi’ suçlamaları çoğunlukla yalnızca bu kaygıları dile getiren feminist kadınlara doğrultuluyor. Daha da önemlisi bunlar, ataerkil toplumsal cinsiyet kurallarının çiğnenmesinden ahlaki olarak tiksinti duyabilecek dünya üzerindeki muhtemelen en son insanlar. [4] Ayrıca sarfettikleri sözlerle trans kadınlara yönelik ataerkil şiddet arasında deneysel olarak kanıtlanabilir hiçbir bağ da kurulamıyor.[5] Yani ‘transfobi’ suçlamasının yöneltildiği grup -trans hakları gündemine teorik ve siyasi itirazları olan kadınlar- aslında transların toplumsal cinsiyet ifadelerinden ahlaki tiksinti duyma ihtimali en düşük insanlar. Bu itirazın gerekçeleri tamamen politik.
Bu politik gerekçeler Stonewall gibi trans savunuculuğu yapan organizasyonların dolaşıma soktuğu ‘transfobi’ tanımına baktığımızda açıkça görünmekte. Pek muhterem Jonathan Best’in geçenlerde işaret ettiği gibi ‘transfobi’ aslında trans hakları hareketi tarafından “bir kişinin toplumsal cinsiyet kimliğini reddetmeyi de içerecek şekilde, trans olmasından korkmak ya da hoşlanmamak” olarak kavramsallaştırılmış durumda (İtalik vurgu bana ait). Yani ‘transfobi’ kabul görmemesi gereken ahlaki bir tiksintiden ziyade kişinin toplumsal cinsiyetinin algılanışına dair herhangi bir itiraz olarak tanımlanıp, politik olarak bu öne çıkarılıyor. Trans ideolojisi cinsi belirleyenin toplumsal cinsiyet kimliği olduğuna inandığı için de bu tanım trans kadınların dişi olduğu fikrini dayatıyor. Bu sayede trans kadınların, kendilerini kadın olarak tanımlayan eril insanlar olduğunu söylemek nefret söylemi ilan edilebiliyor. Yani ‘transfobi’nin bu tanımı, derinlere işleyen ideolojik bir buyrukla buna uyum sağlamayı dayatmanın peşinde. (Ç.N. Jonathan Best’in bir başka makalesi Dünyadan Çeviri tarafından Türkçeleştirildi.)
Daha önce de ileri sürdüğüm gibi bu buyruğun küçümsenecek bir yanı yok. Trans hakları siyaseti bizden insanlarda eşey ayrılığının var olmadığına, erkeklerin sırf öyle söyledikleri için kadın olduklarına inanmamızı isterken bunu temel alan esaslı bir sosyal ve politik değişim talep ediyor. Bu değişimlerden birinin altını çizmeliyiz çünkü gerçekten önemli: Cinsin yasal olarak ortadan kaldırılması. Yani trans ideolojisinin dayattığı şey, tam anlamıyla dünyayı algılayış biçimimizi temelden yeniden yazmak.[6] Bu ise trans ideolojisi tarafından beyni yıkanmamış herkesin gündelik algılarına tamamen zıt bir şey. (Hatta zaman zaman kazara gösterdikleri üzere onlarınkine de ters, çünkü aslında eşey ayrılığını algılamaktalar) Hakikaten gün gibi açık olan bir şeyi de söylemeliyim: İnsanların dünyayı algılayış biçimlerini onlara dayatamazsınız. Bu totaliterliğin daniskasıdır. İnsanların dünyayı algılayış biçiminin sizin ideolojinizle aynı çizgide olmasını ve TÜM insanların algıladığı şeyi algılamanın soykırımcı bir ırkçı olmakla eş tutulmasını talep edemezsiniz. (Ve siz “cins patriyarkal ve/veya sömürgeci batı tarafından icat edilmiştir” diyen sofistike felsefe fışkırtan aptallar şaşırsanız da, beyni sekiz yıl tumblerize olmuş queer teoriyle marine edilmeyenler için bu ırkçılığın daniskasından başka bir şey değil. Tarihdışılık ve anakronizm meselesine hiç girmiyorum bile).
Demek ki bu siyasi ideoloji:
- ‘Fobi’, ‘nefret söylemi’, ‘soykırım’ diye haykırarak soruları, itirazları bastırmaya çalışıyor ve dayattığı değişimlerin yaratacağı sonuçlar hakkında anlamlı herhangi bir tartışmaya girmeyi reddediyor.
- İnsanların dünyaya dair temel algıları hakkında yasalar koymaya çalışıyor. Bu algıların mevcut biçiminiyse zarar verme, hatta yok etme niyeti taşıyan ahlaki bir tiksinti formu olarak gayrimeşru ilan etmek istiyor.
Aslında insani algının bu kadar temel bir parçasını yeniden biçimlendirmeye çabalayan herhangi bir siyasi programın yalnızca totaliter yöntemlerle başarıya ulaşabileceğini görmek zor olmamalı. Aksiyomlarını toplumsal bilince bıkıp usanmadan sokarak ve bunları reddedenlere sosyal olarak epey yüksek bir bedel ödeterek. ‘Orwellyen’ tabirinin suyu çıkmış durumda ama trans aktivizmin yöntemlerini en ince ayrıntısına kadar tariflemeyi de başarıyor. Tarihin utanmazca yeniden yazıldığını görüyoruz: Toplumsal cinsiyete uyum göstermemiş ölülerin translaştırıldığını (hımm, hani kişinin beyanı önemliydi?), Stonewall isyanını çıkaran drag queen’lerin translaştırıldığını (trans olmadıkları gibi isyanı da onlar değil Stormé DeLarverie adındaki siyah bir lezbiyen başlatmıştı). Ayrıca geçmişte kimi insanların karşı cinsin kıyafetlerini giymelerini toplumsal, siyasal ve ekonomik sebeplerle açıklayan edebi ve tarihsel eserlerin translara zarar verdiğini çünkü geçmişte cross dresser (karşı cins kıyafetleri giyen kişi) olan insanların bunu ‘özgün benlik’lerini ifade etmek için yaptığına dair saçma sapan çıkarımları kabul etmemiz gerekiyor (seni gidi allahın cezası yobaz Şekspir!). Şunu söylemek çok da abartılı olmayacaktır: Şu an pek çoğumuz kendimizi 101 numaralı odaya kapatılmış gibi hissediyoruz. Aradaki fark O’Brien’ın Riley Dennis gibi gözükmesi, ‘2+2=5’ yerine ‘Cins diye bir şey yok’ ibaresinin geçmesi, farelerinse ellerinde şeker pembe ve mavi beyzbol sopalarıyla bizi tehdit eden bir grup trans aktiviste dönüşmesi (söylediklerimi çarpıtmak isteyecekler için baştan söyleyeyim: trans insanların zararlı hayvanlar olduğunu filan söylemiyorum, Winston’ın ödünü bokuna karıştıran ve ona boyun eğdiren şeye direkt referans veriyorum). Bütün benzerlikleri göstermeye kalkarsak vaktimiz yetmez ama hakikaten de böyle şeyler yapmaya başladığınızda Doğruluk Bakanlığımsı bir havada olup olmadığınızı kendinize sormanızı öneririm.
Meseleyi basitçe anlatmak gerekirse: Eşcinsel hareketin kimi cepheleri barışçıl olmayan protesto biçimlerini de içeriyordu. Bu kadın hakları hareketi ve siyahların medeni haklar mücadelesi için de geçerli. Ancak hiçbiri insanlardan temel algısal sistemlerini değiştirmelerini talep etmiyor -çünkü asıl mesele algıladıkları şeylere dair değer yargıları-, kültürümüzün en berrak ‘totalitarizm işte böyle bir şey’ analizini kullanarak zorla algı yerleştirmeye de çabalamıyorlardı (İpucu: 1984 asla bir kullanım kılavuzu olarak yazılmamıştı). Meselenin en rahatsız edici, muazzam ironisiyse -şimdi eşcinsel erkeklerin mevzuya uyandığı üzere- cinsin ortadan kaldırılmasının cinsel yönelimin de ortadan kaldırılması anlamına gelmesi. Trans ideolojisinin ‘özgün benlik’lerimizin gerçekliğine ve erkek ya da kadın oluşumuzun sadece ve sadece toplumsal cinsiyet kimliğimize dayandığına dair inancı; bedenlerinin ait olduğu cinse dayanarak, insanların -en azından büyük ölçüde- bedenleriyle sikiştiğimizi, cinsel arzunun cins temelli olduğunu reddetmeyi gerektiriyor. Yani eşcinsel hakları hareketinin kendini göbekten bağlamış olduğu ideoloji eşcinsellik diye bir şeyin varlığını dahi açıklayamıyor. Toplumsal ve fiziksel güç dengesizliklerini göz önüne aldığımızda bu durumun eşcinsel erkekler açısından pek bir tehlike arz etmesi gerekmez (İdeolojik bir tehlike olmasına rağmen durum bu. Bunu bilerek bize destek verenler, kıymetinizi bildiğimizin farkında olduğunuzu umuyorum). Lezbiyenler içinse bu, varoluşlarına birinci dereceden bir tehdit. Kadınlar sınıfına dahil oldukları için siliniyor olmalarının yanında, yalnızca dişi bedenli insanlara arzu duyma hakları da ömrümde gördüğüm en tacizkar, kadın düşmanı zorbalıkla mütemadiyen sınanmakta. Meşhur bir sloganı tashih etmek gerekirse: Lezbiyenlerin çükle işi olmaz. Aşın bunları.
LGBTQ+ kurumlarının -ve daha genel anlamda kamusal politikalarının- nasıl olup da kadınların çıkarlarına ve yaslandığı temel olan eşcinsellerin [7] varoluşlarına düşman totaliter bir siyasi ideolojinin sömürgesi haline geldiği bir milyon dolarlık bir soru. [8] Bu ‘milyon dolar’ ifadesi yalnızca lafın gelişi de değil hani. Zaman içinde eşcinsel ve lezbiyen siyasetinin inanılmaz biçimde gasp edilişinin altından kaçınılmaz şekilde çıkacak kurumsal plütokratik çıkarları ve buna akıtılan parayı daha iyi anlayabileceğimizi umuyorum. Şu anda kadınlar, feministler, lezbiyenler, eşcinsel ve düzcinsel erkekler, interseks bireyler, kaygılı ebeveynler ve ideolog olmayan pek çok trans kadın canlarını dişlerine takarak çoktan güvenceye aldığımızı sandığımız hakların geçersiz hale gelmemesi için savaşıyor. Zaman hep beklenen yönde akmaz. Tarihin doğru tarafıymış, kıçımın kenarı.
Ekler —–>
(Ç.N. Bu ekler çevrilmemiştir, linke tıklarsanız özgün ekler metnine ulaşabilirsiniz.)
Çeviri: Güleren E.
Reblogged this on Dünyadan Çeviri.
BeğenBeğen