Kadınlar ve Haysiyet: Yalan Söyleme Üzerine Notlar

ADRIENNE RICH

Bu metni sermelix‘in izniyle vesvese’de paylaşıyoruz. Bloğunda Türkçeye daha önce çevrilmemiş kimi kadın yazarlara ait eserlerin, ağırlıklı olarak şiirlerin çevirilerini okuyabilirsiniz.

Bu notlar, kadınlar arasındaki ilişkiler üzerine eğilmektedir. “Kişisel ilişki” dediğimde iki kadın ya da kadınlar arası ilişkiyi kastediyorum. Kadınların erkeklerle olan ilişkilerinden bahsettiğim zamanlar yazının devamında kendini belli edecektir.

Eski, eril haysiyet fikri. Erkeğin “söz”ü teminat gerektirmeden –diğer erkeklere– kâfi geliyordu.

“Ülkemiz Özgür, Erkeklerimiz Dürüst, Kadınlarımız Doğurgan” – Amerika’da kadeh kaldırırken söylenen yaygın bir sömürgeci sözü.

Eril haysiyetin ayrıca öldürmekle ilgili olması: Haysiyeti daha çok sevmesem / Seni bu kadar sevemezdim, sevgilim (“To Lucasta, On Going to the Wars”)1. Eril haysiyetin öç alınacak bir şey olması ve dolayısıyla düelloların ortaya çıkması.

Kadınların haysiyeti, tamamen başka yerlerde: bekâretinde, iffetinde, kocasına sadakatinde. Kadınlarda dürüstlük önemli addedilmemiş. Cinsimize özgü olarak kaprisli, düzenbaz, kurnaz, kararsız olarak tanımlanmışız. Ve yalanlarımız için ödüllendirilmişiz.

Erkeklerin olaylar hakkında gerçekleri konuşması beklenmiş, hisleri hakkında değil. Hisleri hakkında konuşmaları hiçbir şekilde beklenmemiş.

Buna rağmen, olaylar hakkında bile sürekli yalan söylemişler.

Politikacıların haysiyetsiz olduğunu varsayarız. Açıklamalarını şifre çözmeye çalışır gibi okuruz. Politikalarının rezilliği, yüksek mertebelerdeki erkeklerin yalan söylemesinde değil, bunu kayıtsızlıkla, durmadan, insanların onlara hâlâ inanmasını bekleyerek yapmalarında. Politik yalanların özünde yatan aşağılamaya aşinayız.

*

Gelgelelim, kişisel bir ilişkide size yalan söylendiğini fark etmek, kişinin biraz delirmiş gibi hissetmesine yol açıyor.

*

Yalan, kelimelerle söylenir, sessizlikle de aynı zamanda.

Kişisel ilişkilerinde yalan söyleyen kadın yalanlarını planlamış veya uydurmuş olabilir de olmayabilir de. Ne yaptığını ölçüp biçmiyor bile olabilir.

Yalancının gömülü kalmasını dilediği bir konu açılır. Kadının aşağı inmesi gerekir, parkmetresi dolmak üzeredir. Ya da bir saat önce yapmış olması gereken bir telefon görüşmesi vardır.

Acı bir konuşmaya dönebilecek, dolaysız bir soru sorulmuştur ona: “Aramızda geçenlerle ilgili ne hissediyorsun?” Kendi hislerini belirsizliği ve karmaşasıyla ifade etmek yerine kadın sorar, “Sen ne hissediyorsun?” Diğeri, açıklık ve güvenle bezeli bir zemin kurmaya çalıştığı için kendi hislerini anlatmaya başlar. Böylelikle yalancı, kendi söylediğinden fazlasını öğrenmiş olur.

Kendine de bir yalan söyleyebilir ayrıca, kendi hisleriyle değil, başkalarınınkiyle ilgilendiği gibi.

Yalancı, kendi hisleriyle meşguldür oysa.

Yalancı, kontrolü kaybetme korkusuyla yaşar. Başkasının onu yaralayabilecek olması ona göre kontrolü kaybetmek demek olduğu için, manipülasyonun olmadığı bir ilişki isteyemez bile.

Yalancının pek çok arkadaşı vardır ve büyük bir yalnızlıkla dolu bir yaşam sürer.

*

Yalancı, çoğunlukla unutkanlıktan muztariptir. Unutkanlık bilinçdışının sessizliğidir.

Alışkanlıkla, bir yaşam biçimi olarak yalan söylemek, bilinçdışıyla bağın kopmasıdır. Uyku hapı almak gibidir bu, uykuyla bahşedilirsiniz ama rüyaların önü kesilir. Bilinçdışı gerçeği ister, gerçekten başka bir şeyin peşinde olanlarla konuşmayı keser.

Yalanlardan bahsedince konu kaçınılmaz olarak gerçeğe geliyor. Bu konunun basit veya kolay bir yanı yok. “Asıl gerçek”, “tek gerçek” diye bir şey yok – gerçek, tek bir şey, hatta bir düzen bile değildir. Büyüyen bir karmaşadır. Halının deseni, yüzeyde görünen kısımdır. Daha yakından baktığımızda ya da dokumacı olduğumuzda desenin genelinde görülmeyen ufacık, çeşitli iplikleri, halının altında kalan düğümleri fark ederiz.

İşte bu yüzden dürüst konuşma gayreti çok önemlidir. Genellikle yalan –yalancının kendisi için– her şeyi olduğundan ya da olması gerekenden daha kolay hale getirme çabasıdır.

Başkalarına yalan söyleyince kendimize yalan söylemiş oluruz. Bir olayın ya da insanın önemini inkâr ederiz, böylelikle kendimizi hayatımızın bir parçasından mahrum etmiş oluruz. Ya da, geçmişten veya bugünden bir parçayı başka bir kısmı örtmek için kullanırız. Böylelikle kendi hayatımıza olan inancımızı bile kaybederiz.

Beden gibi bilinçdışı da gerçeği ister. Rüyaların karmaşıklığı ve doğurganlığı, bu isteği karşılamaya çalışan bilinçdışının karmaşıklık ve doğurganlığından gelir. Şiirin karmaşıklığı ve doğurganlığı da aynı çabadan gelir.

*

Haysiyetli bir insan ilişkisi, yani iki kişinin “sevgi” kelimesini kullanma hakkının olduğu ilişki, bir süreçtir; narin, çetin, çoğunlukla o iki kişiyi de korkutan, birbirlerine söyleyebilecekleri gerçekleri gözden geçirten bir süreç.

Bu süreçten geçmek önemli çünkü bu, insanın kendine dair sanrılarını ve yalnızlığını sonlandırır.

Bu süreçten geçmek önemli çünkü böyle yaparak karmaşıklığımıza hakkını teslim etmiş oluruz.

Bu süreçten geçmek önemli çünkü bu zorlu yoldan bizimle geçmesi için pek az kişiye güvenebiliriz.

*

Kadınların haysiyeti meselesine geri dönüyorum. Erkeklere bedensel olarak sadık kaldığımız ya da iffetimizi koruduğumuz sürece doğruluk kadınlar için önemli addedilmemiş.

Bedenlerimizle yalan söylememiz beklenmiş: tüylerimizin rengini açmamız, allanmamız, saçımızı düzleştirmemiz ya da bukle yapmamız, kaşlarımızı almamız, koltukaltımızı tıraş etmemiz, çeşitli yerlere vatka takmamız ya da dantel geçirmemiz, küçük adımlar atmamız, el ve ayak tırnaklarımızı cilalamamız, acizliğimize dikkat çeken kıyafetler giymemiz…

Zamanın erkeklerinin ne duymak istediğine bağlı olarak farklı zamanlarda farklı yalanlar söylememiz elzem görülmüş. Şehvetsiz olması, “hareketsiz yatması” beklenen Victoria dönemi eşi ya da güneyli beyaz kadın; orgazm taklidi yapması beklenen, yirminci yüzyılın “özgür” kadını…

Bedenimize dair gerçekler ya bizden esirgenmiş ya da saptırılmış; bize özel bölgelerimiz hakkında cahil bırakılmışız. Dürtülerimiz cezalandırılmış: “şehvetli” rahibelerin ya da “zorluk çıkaran” eşlerin klitorisleri kesilmiş. İnandığımız yalanların suç ortaklığında söylediğimiz yalanları fark edebilmek de güç olmuş.

“Mutlu evlilik,” aile hayatı yalanı: mahkemede tecavüz, dayak, ruhsal canilikler, kamusal ve özel alanda aşağılamalara dair ifade verdiğimiz güne dek suç ortağı olmuşuz, huzurlu hayat kurmacasını sahneye koymuşuz.

Ataerkil yalan, kadınları hem yanlışlar hem de sessizlik aracılığıyla, manipülasyonla yönlendirmiş. İhtiyaç duyduğumuz gerçekler bizden esirgenmiş. Yalancı tanıklar bize karşı çıkmış.

İşte bu yüzden kadınlar arası doğruluk meselesini ciddiye almalıyız. Bedenlerimizle yalan söylemeyi bıraktığımızda, erkeklerin bizimle ilgili ne söylediğine inanmayı bıraktığımızda tamamen kadınca bir haysiyet fikri yoldadır diyebilir miyiz?                      

*

Kadınlar, hayatta kalabilmek için, erkeklere yalan söylemek zorunda bırakıldılar. Öğrenilmiş bu gerçekliği kadınlar arasında nasıl geri alabiliriz?

“Kadınlar birbirlerine hep yalan söylemiştir.”
“Kadınlar gerçeği birbirlerine hep fısıldamıştır.”
Bu önermelerin ikisi de doğru.

“Kadınlar kendi aralarında hep bölünmüştür.”
“Kadınlar hep gizli bir itilaftadır.”
Bu önermelerin ikisi de doğru.

Hayatta kalma mücadelesinde yalan söylüyoruz. Patronlara, gardiyanlara, polise, üzerimizde nüfuzu olan erkeklere, kanunen bizim ve çocuklarımızın sahibi olanlara, erkekliğinin ispatı olarak bize ihtiyaç duyan sevgililere…

Nüfuzu olmayan bütün insanların karşılaştığı bir tehlike var: yalan söylediğimizi unutuyoruz ya da yalan söylemek, üzerimizde nüfuzu olmayan kişilerle ilişkilerimize taşıdığımız bir silaha dönüşüyor.

*

Kadınlar ve haysiyet ya da kadınlar ve yalan hakkında konuştuğumuzda bunu eril yalan, nüfuzlunun yalanı, sahte güce kaynak olan yalan bağlamında konuştuğumuzu yeniden vurgulamak istiyorum.

Kadınların birbirimizle olan ilişkilerimizde yalanla elde edilmiş bir gücü isteyip istemediğini düşünmesi gerekiyor.

Yalnızca erkek deneyimini meşru gören kültürlerde kadınlar, deneyim ve dürtülerimizin yüzlerce yıl boyunca yalanlanmasıyla delirtilmiş ve manipülasyonla yönlendirilmiştir. Beden ve zihinlerimizin gerçekleri bize esrarengizleştirilmiştir. Bu yüzden de birbirimize karşı öncelikli bir yükümlülüğümüz var: menfaatlerimiz adına birbirimizin gerçeklik algısını sarsmamak, birbirimizi manipülasyonla yönlendirmemek.

Kendi deneyimlerimizin gerçekliğine bağlı kalan kadınlar çoğu zaman çıldırmış gibi hissetmiş. Geleceğimiz her birimizin akli esenliğine bağlı ve kendi gerçekliğimizi birbirimize olabildiğince açıkyüreklilikle ve etraflıca tarif etme girişimimiz gibi, kişisel olanın ötesinde, devasa bir dayanak noktamız var.

*

Yalan söylediğimizi kabul etmemek için kullandığımız kalıplar var: “bu benim özelim,” “bu benden başkasını ilgilendirmez.” Bu kalıpların temelinde yatan sebepler elbette ki haklı görülebilir ama böyle bir dilin barındırdığı anlamları ve getireceği sonuçları düşünmemiz gerekiyor.

Kadınların kadınlara duyduğu aşk neredeyse tamamen sessizlik ve yalanlarla ifade edilmiştir. Heteroseksüellik kurumu lezbiyenleri gizlenmeye ya da sapkın, suçlu, hasta veya tehlikeli vb. kadın olarak damgalanmaya zorlamıştır. Böylelikle lezbiyen çoğu zaman, fuhuş yapan ya da evli kadınlar gibi yalan söylemeye zorlanmıştır.

Kanunlar ve kamu görüşü bir yalan üzerine kurulu olduğundan, kendimiz hakkında, belki gereklilikten, patronlara, ev sahiplerine, müşterilere, iş arkadaşlarına, aileye yalan söylediğimiz, “dolapta saklanılan” bir hayat özel hayatımıza yayılır mı, yayılabilir mi? Böylelikle yalan söylemek (ketumluk ya da ihtiyatlılık diye adlandırılıp) çatışma veya zorluklardan kaçmak için kullanılan kolay bir yola dönüşebilir mi? Yakın arkadaşlarımız ve sevgililerimize karşı bile kullandığımız, köklenmiş bir strateji halini alabilir mi?

Heteroseksüellik kurumu, ayrıca, kadınlar arası erotik hisleri sessizlikle boğmuştur. Ben de bu inkâr yalanının içinde hayatımın yarısını geçirdim. Bu sessizlik hepimizi, bir raddeye kadar, yalancı yapıyor.

Bir kadın gerçekleri söylediğinde etrafında daha fazla gerçeğin açığa çıkabilmesi için bir imkân yaratır.         

*

Yalancı tarif edilemez bir yalnızlıkla bezeli bir yaşam sürdürür.

Yalancı korkar.

Ama hepimiz korkuyoruz: korkmasak manik ve kibirli oluyor, kendimize zarar veriyoruz. Yalancıyı ele geçiren o korku tam olarak ne?

Kendi gerçeklerinin yeteri kadar iyi olmadığından korkuyor.

Gardiyanlar ya da patronlardan ziyade; içinde, adlandırılmamış bir şeyden korkuyor.

Yalancı, hiçlikten korkuyor.

Hiçlik, ataerkinin ya da ırkçılığın veya kapitalizmin yarattığı bir şey değil. Onların hiçbiriyle solup gitmez. Her kadının parçasıdır.

Annesini yazarken “karanlık nüve” diye adlandırdı Virginia Woolf onu. Karanlık nüve. Benliğin ötesinde; bizi kimin sevdiğinin ya da bizden kimin nefret ettiğinin ötesinde bir şey.

Hiçlikten, karanlıktan, boşluktan geliriz. Eski pagan dinleri anlayışındaki, materyalizmin reddettiği döngünün parçasıdır bu. Ölümden, yeniden doğuşa; hiçten, bir şeye.

Hiçlik, yaratıcı kadındır, rahimdir. Salt bir boşluk ve anarşi değildir. Oysaki kadınlarda sevgisizlikle, kıraçlıkla, kısırlıkla ilişkilendirilmiştir. “Boşluğumuz”u çocuklarla doldurmaya itildik. Karanlığın nüvesine inmememiz gerekiyordu.

Yine de, göze alabilirsek, o hiçlikten doğan şey gerçeğimizin başlangıcı olabilir.

Dehşete kapılan yalancı, o hiçliği doldurmak ister, her neyle olursa olsun. Yalanları, korkusunun inkârıdır, kontolünü kaybetmeme yoludur.

*

Bir ilişkide bize yalan söylendiğini fark ettiğimizde neden biraz delirmiş gibi hissederiz?

Evrenin çok büyük bir kısmını bize söylenenlere kanıt beklemeden güvenerek kabul ediyoruz. Bana diyorsun ki: “1950’de Somerville’deki Beacon Caddesi’nin kuzey yakasında yaşıyordum.” Bana diyorsun ki: “Sevgiliydik ama birkaç aydır sadece arkadaşız.” Bana diyorsun ki: “Dışarısı yirmi bir derece ve güneş parlıyor.” Seni sevdiğimden, aramızda yalanın konusu bile geçmeyeceğinden evrene dair bu anlattıklarına güveniyorum: yirmi beş yıl önceki adresin, sadece görünüşünü bildiğim biriyle olan ilişkin, bu sabahki hava durumu. Kesinlikle ifade edilmiş, belirsizlik tınısı ya da gölgesi taşımayan bu sözlerin etrafına, incecik yeşil iplikler gibi, bilinçsiz inanç filizleri savuruyorum. Bunları dünya mozaiğime işliyorum. Bana söylediğin şeylere, sana duyduğum güvene dayanarak evrenimin ayrıntılarıyla, kayda değer şekilde değişmesini kabul ediyorum.

Bilmemin önemli olduğu şeyleri bana anlattığına, bana ya da kendine acı vermekten kaçındığın için gerçekleri gizlemediğine de inanıyorum.

Ya da, en azından, “Sana anlatmadığım şeyler var,” diyeceğine.

Güvendiğimiz birine artık güvenemeyeceğimizi fark ettiğimizde bu bizi evreni yeniden irdelemeye, güven güdüsü ve mefhumunu sorgulamaya iter. Ortaklığın ya da adlandırmanın veya inceliğin henüz var olmadığı bir dünyada ateşin yalazlarıyla deldiği, yağmur sicimlerinin süpürdüğü karanlıktaki o kasvetli çıkıntıya geri batarız bir süreliğine, şeklimizi yitiririz.

*

Yalancı, yalan söylediğini inkâr ederek yüzleşmeye direnç gösterebilir. Ya da başka bir dil kullanabilir: unutkanlık, mahremiyet, başka birini koruma. Ya da, cesurca, kendini korkak ilan edebilir. Bu, yalan söylemeye devam etmesine olanak sağlar, ne de olsa korkaklar böyle yapar. Korkuyordum, demez çünkü bu, korkusuyla başa çıkabilmek için kullanabileceği diğer yöntemlerin meselesini açar. Esasen korktuğu şeyin ne olduğu meselesini açar.

Acı çektirmek istemedim, diyebilir. Aslen istemediği şey, başkasının acısıyla ilgilenmektir. Yalan, başkasının kişiliğine giden kestirme yoldur.

*

Doğruluk, haysiyet, bunlar kendiliğinden tutuşan şeyler değildir; bunları insanlar arasında yaratmak gerekir.

Politik meselelerde geçerlidir bu. Bir zümreden gelişerek yayılan politikanın niteliği ve derinliği, büyük ölçüde, o kişilerin haysiyet anlayışlarına bağlıdır.

“Politika” olarak belirli bir kısıtla adlandırılmış şeylerin çoğunun, bir çözümleme sunuldu mu bunun yeniden irdelenmeye gerek duyulmadığı, dürüstlüğe bile mal olan bir kesinlik özlemine dayandığı görülüyor. Dönemimizdeki Marksizmin –kadınlar için—çıkmaz sokak oluşu gibi.

Doğruluğun her yere yayılması, karmaşıklığın artması anlamına gelir. Gelgelelim bu, evrilme aşamasında bir harekettir. Kadınlar olarak kendi gerçeklerimizi açığa çıkarmaya daha yeni başladık; birçoğumuz bu mücadelede biraz soluklanabilse minnettar, acıyla gün yüzüne çıkardığımız bulgularla oturup dinlenebilse memnun olur ve bunlarla yetinir. Bazen ben bunu bedenimdeki bitkinlikte hissediyorum.

Kurmamıza değecek politikalar, kurmamıza değecek ilişkiler daha derine inmemizi gerektiriyor.

*

İki insan ya da bir grup insan arasında yatan imkânlar bir tür simya gibi. Bunlar, hayatın en ilgi çeken yanı. Yalancı, bu imkânları gözden kaçıran biridir.

Hâkimiyet ihtiyacından ötürü belirleyicisi manipülasyon olan ilişkiler, sıkıcı ve didişmeli bir dramaya dönüşebilir ama ilgi çekici olmayı bırakır. Tekrara düşerler; insani imkânların şaşırtıcı tarafı onlardan yansımayı bırakır.

Biri benden saklanan ama hayatımı daha net görebilmem için ihtiyaç duyduğum bir gerçeğin bir kısmını bana anlattığında bu, keskin bir acıya sebep olabilir ama serin, dalgaların yüzüme vurduğu bir rahatlama hissini de kabartabilir. Böyle gerçekler çoğunlukla kazaen ya da tanımadığımız kişilerden gelir bize.

Seninle haysiyetli bir ilişki kurabilmek için her şeyi anlamam ya da sana her şeyi tek seferde anlatmam gerektiği, sana anlatmam gereken her şeyi önceden bilebileceğim anlamına gelmiyor bu.

Çoğu zaman, sana bunları anlatmaya can attığım, bu imkânı arzuladığım anlamına geliyor. Bu imkânlar korkutucu gibi görünse de bana yıkıcı gelmediği, el yordamıyla aradığın çekingen kelimelerini dinleyecek güçte hissettiğim, ikimizin de, her daim, aramızdaki doğruluk imkânlarını büyütmeye çabaladığımızı bildiğimiz anlamına…

Aramızdaki yaşam imkânlarını…

Adrienne Rich, “Women and Honour: Some Notes on Lying,” On Lies, Secrets, and Silence, 1979.

1 Richard Lovelace’ın “To Lucasta, Going to the Wars” şiiri. Şair kişisi savaşa gidecektir, “sevgili”sine açıklama yapar. Savaşı dişilleştirir, onu gideceği bir kadın, bir “metres” gibi anar. Gitmesinin sebebinin haysiyet olduğu, gitmese haysiyetsiz biri olacağı ve onu da sevemeyeceği minvalinde şeyler söyler. Baştaki “dişilleştirme”den ötürü, bu söylediklerinde ister istemez “cinsel” bir ton da yaratır. -çn