“Çoğu feminist düşünür tarafından paylaşılan, ataerkilliğin bir sistem olarak tarihsel olduğu görüşüyle yola çıktım. Yani ataerkilliğin tarih içerisinde bir başlangıcı olduğu görüşüyle. Eğer bu doğruysa ataerkillik, tarihsel bir süreç ile de sonlandırılabilir.”
Gerda Lerner, Creation of Patriarchy (Ataerkilliğin Yaratılışı)
Bu deneme ağırlıklı olarak üç metne dayanmaktadır: Gerda Lerner’ın Creation of Patriarchy (Ataerkilliğin Yaratılışı), Marilyn French’in The History of Women (Vol. 1) (Kadınların Tarihi [1. Cilt]) ve Sally Roesch Wagner’in Sisters in Spirit: Haudenosaunee (Iroquois) Influence on Early American Feminists (Ruhani Kızkardeşler: Erken Amerikan Feminizminde Irokua Etkisi). Aynı zamanda Merlin Stone’un Tanrılar Kadınken isimli kitabı da temel alınmıştır. Bu denemede, bahsi geçen kitaplarda açıklandığı üzere ataerkilliğin oluşumu ve ataerkillikten önce varolan anasoylu toplumlar hakkında anahtar noktalara yoğunlaşmaya ve onları aktarmaya çalıştım. Çoğu pasaj, özgün metinlerin izinden yürümektedir.
* * *
Varoluşumuzun büyük bir kısmında insanlar, ataerkilliğin boyunduruğu altında yaşamadı. Bugün bildiğimiz ataerkil düzen yalnızca beş bin yıllık; gelgelelim homo sapiens -modern insan- 80.000-90.000 yıl önce anasoylu topluluklarda sofistike araçlar, kıyafetler, rüzgar geçirmez barınaklar ve su taşıtları yapıyordu. Batıdaki ataerkilliğin kökenleri, genellikle Mezopotamya’ya ya da Bereketli Hilal‘e kadar takip edilebilir. M.Ö 4000’e gelene kadar geçen zamanda, şimdi Güney Irak olan Sümer’deki erkekler, çocuklara isim verme ve velayet haklarını kendi üstlerine almıştı ve bunun sonucunda kadınların bedenleri üzerinde güç kazanmaktaydılar.
Sümer, ataerkilleşmeden önce anasoyluydu: ataerkilliğin yaratılışından ve sömürgecilik ortaya çıkmadan önce anasoylu topluluklara dünya çapında sıkça rastlanıyordu. Mezopotamya’da ataerkillik; geçimlik yaşamdan tarıma geçiş, şehirlerin oluşumu ve militarizmin yükselişi ile iç içe geçti ve bunun bir örüntü oluşturduğu gözleniyor.Toplumlar, ya tarıma geçişle ya da sömürgecilik yoluyla ataerkilleştiler. Howard Zinn People’s History of the United States (Amerika Birleşik Devletleri Halklarının Tarihi) isimli kitabında, Avrupalıların varışından önceki Haudenosaunee (İrokualar) topluluğunu şöyle ifade ediyor:
“İrokua toplumunda kadınlar saygıdeğer ve önemliydi. Aileler anasoyluydu. Bu, soyun ailenin dişi üyelerinden devam etmesi, kocalarının aileye katılması ve oğulların da evlendikleri karılarının ailelerine katılması anlamına geliyordu. Her sülale bir ‘uzunev’’de kalıyordu. Kadın boşanmak istediğinde, kocasının eşyalarını kapının önüne koyardı.”
Haudenosaunee gibi anasoylu topluluklarda miras çocuklara annelerinden kalır. Oğulların, kocaların ve abilerin mülkiyete erişimleri koruyucuları kabul edilen kadınlar üzerindendir. Anasoylu olan çoğu toplum aynı zamanda anayerseldir: Toprağı kadın miras alır, kız kardeşlerinin çocuklarına bakmakta erkekler yardımcı olur ve genç erkekler başka bir anasoylu klana evlilik yoluyla geçmek için evlerini terk eder. Kadınların toplumdaki merkezi yerlerine yaraşır politik statüleri de vardır. Gabriela Ngirmang’ın, Zohl de Ishtar’a ait olan Daughters of the Pasific (Pasifiğin Kızları) isimli kitapta açıklandığı üzere:
“Palau’da kadınlar yasamayı ilgilendiren konularda önemli bir rol alır. Kadınlar geleneksel olarak toprağın sahibidir. Klanın parasını biz kontrol ederiz. Geleneksel olarak klan şefimizi biz seçer ve onun görevine biz son veririz. Şeflerin yetiştirilme tarzlarını yakından inceleyebildiğimiz için bizim çıkarlarımızı en iyi şekilde teslim edecek erkekleri seçme kabiliyetimiz vardır.”
Sisters in Spirit: Haudenosaunee (Iroquois) Influence on Early American Feminists (Ruhani Kızkardeşler: Erken Amerikan Feminizminde Irokua Etkisi) isimli kitabında Sally Roesch Wagner, Amerikan kadın hakları hareketinin Haudenosaunee bölgesinde doğmasının bir tesadüf olmadığını açıkça belirtiyor. Kadın hakları hareketinin üç liderinin -Elizabeth Cady Stanton, Matilda Joslyn Gage ve Lucretia Mott- Haudenosaunee ile kişisel bağları vardı ve bu erken dönem süfrajetler “kadınların kurtuluşunun mümkün olduğuna inanıyorlardı çünkü en çılgın hayallerinin bile ötesinde haklara sahip özgür kadınlar tanıyorlardı: Haudenosaunee kadınları.”
1891’de bir Ulusal Kadın Konseyi’nde yaptığı konuşmasında Stanton, edepsizlik eden Haudenosaunee erkeklerine nasıl “her an yorganlarını alıp taşınmalarının emredilebildiğini” anlattı. Stanton, yerli kadınların “evi yönetmesine” ve “mülkiyetin devrinin ve çocukların kadın soyu üzerinden ilerlemesine” gıpta ediyordu. Şöyle yazdı:
“Diğer her alanda olduğu gibi, kadınlar klan içinde de büyük bir güce sahipti. İcap ettiğinde klan şefinin, onların deyişiyle, ‘boynuzlarını devirmekte’ ve onu savaşçıların zümresine geri yollamakta tereddüt etmezlerdi. Şef adaylarının seçimleri de her zaman kadınlar tarafından yapılmaktaydı.”
Sömürgecilik öncesinde Haudenosaunee avcılık ve hortikültür ile uğraşarak yaşamaktaydı. Köyler, içerisinde yirmi beş ailenin yaşayabileceği uzunevlerden oluşmaktaydı. (Haudenosaunee ‘uzunevin insanları’ anlamına gelmektedir.) Her birinde ayrı uyuma bölgeleri ve karşılarındaki aileyle paylaştıkları şömine bulunurdu. Kadınlar tarımla uğraşır ve yiyeceği uzunevin iki ucunda depolarlardı. Ayrıca yiyeceğin dağıtımı da onların kontrolü altındaydı. Bu, kadınlar onları görevlerinden alabildiği için şeflerin savaş açmak için kadınların rızasını almaları gerektiği anlamına geliyordu. Wagner, 18. ve 19. yüzyıllarda yaşamış Amerikan yerlisi olan ve olmayan birçok muhabirin “beyazlarla etkileşime geçilmeden önce tecavüzün yerli halklar arasında var olmadığını iddia ettiğini” yazmıştır.
Avrupa gelenekleriyse bunun aksine evlilik içi tecavüzü ve erkeklerin karılarını dövmesini yasallaştırmıştı. Kadının mülkü ve maddi kazancı yasal olarak kocasına aitti ve boşanmak, kadınlar için neredeyse imkansızdı. “Hristiyan ülkelerin hepsinde kadınların gündüz ya da gece, tenha bir yerde bir erkekle karşılaşmaktan korkuyor oluşu; Hristiyan ahlakının düşük düzeyinin kanıtı olmaya yeter.” diye yazan Gage, 1898’de vefat ettiğinde Haudenosaunee hakkında bir kitap üzerinde çalışıyordu. Araştırması Haudenosaunee sisteminde kadınların konumuna odaklanıyordu. O, bu sisteme “ana-hükmü ” (mother-rule) diyordu.
Aterkilliğin yaratılışından önce anasoylu topluluklar, Yakın ve Orta Doğu boyunca yaşamışlardı. Tanrıça dinlerine işaret eden bolca kalıntının bu bölgelerde keşfedilmesi bunun kanıtlarından biri. Merlin Stone, When God was a Woman (Tanrılar Kadınken) isimli kitabında tarihçilerin tanrıça dinlerini “bereket tarikatları” olarak karakterize etmesinin cinsiyetçi ve aşırı basitleştirilmiş olduğunu söyler. Irak’ta, ana-tanrıça figürleri; yılanlarla, kumrularla ve çift başlı baltalarla bağdaştırılan diğer tanrıça figürleri bulundu; M.Ö 7000 dolaylarında Kenan’da, tanrıça Astarte’ye tapıyorlardı. Ellerini memelerine yükseltmiş dişi figürler, eski yerleşkelerden biri olan Eriha’da keşfedildi.
M.Ö 7000’den itibaren Eski Avrupa’nın Akdeniz ve Adriyatik kıyılarındaki verimli nehir vadilerindeki, Çekoslavakya, Güney Polonya ve Batı Ukrayna’daki yıkıntılar bu bölgelerdeki anasoylu yerleşimlerin varlığını gözler önüne seriyor. Bu yerleşkelerdeki evler, sadece kadınların bulunduğu, onların dişi-hayvan şeklinde gösterildiği ya da yılanlar ve kelebeklerle bağdaştırıldığı çizimler ve heykellerin olduğu sunaklara sahip. Marilyn French’e göre bu yerleşkeler, “tarım yaparak, hayvan yetiştirerek, çömlekçilik ve oymacılık ile uğraşarak, kemik ve taştan alet edevatla binlerce yıl boyunca barış ve istikrar içinde yaşadı. Güzel, kolay ulaşılır ve surlarla çevrilmemiş alanlarda, temiz su ve toprağa sahip olan bu yerleşkeler ne savaşa dair bir kanıt bulunduruyor ne de mezarları sosyal tabakalaşmaya işaret ediyor.”
M.Ö 7000’den 3500’e kadar bu yerleşkeler, “karmaşık idare şekilleri, sosyal ve dini kurumlar, kuyumculuk gibi uzmanlık gerektiren işçilikler ve belki de yasaları ilgilendiren ilkel bir metin bile geliştirdi. M.Ö 5500’e kadar bakır madenciliğini öğrenmişlerdi ve seramiklerinin üzerine denize açılan gemiler resmediyorlardı.” M.Ö 6500’lere dayanan kırk tane mabet de Anadolu’da (Günümüz Türkiye’sinde) antik bir kent olan Çatalhöyük’te bulundu. Buluntular arasında genç kadınların, doğum yapan annelerin ve kocakarıların figürleri de vardı. Çatalhöyük’teki 6000-8000’lik nüfus; üstlerinden bir merdiven ile girilebilen, çamur tuğlalardan yapılan şömineler, kil ocaklar ve uyku platformlarıyla dekore edilmiş birbirlerine bağlı evlerde yaşıyordu.
Ataerkilliğin oluşumu için önkoşullardan biri babalığı kavramaktı. Geçmişimizin büyük bir kısmında insanlar cinsel birleşmeyle, bu birleşmeden uzun bir süre sonra kadınların doğum yapışını birbiriyle ilişkilendirmiyordu. Bu ikisinin ilintili olduğunun keşfiyse ne bu keşfi takip eden olayları açıklamaya ne de meşrulaştırmaya yeter.
French’e göre erkek egemenlik; erkeklerin çocuklara sahip olma ve onlara ad verme hakkını talep etmeleriyle ortaya çıkmıştı ve bu da kadınlarının bedenlerini denetim altına almayı gerektiriyordu. Erkekler, eşlerinin ilk bebeklerinin ‘kendinden’ olduğunu garantileme ihtiyacı hissettiğinden ilk çocukların öldürülmesi yaygınlaştı. M.Ö 4000 itibariyle, yiyeceklerin denetimi hala kadınların elinde olduğu halde Sümer yerleşimleri babasoylu hale gelmişti. Kadınlar ve erkekler balık tutar, tarımla uğraşır ve kuş yakalardı. Tanrıça İnanna’ya adanmış tapınaklar yapmak için birlikte çalışırlardı.
Topluluklar nesilleri baba soyundan takip etmeye başladıktan sonra aynı zamanda babayersel de oldular. French bunu şöyle açıklıyor:
“Babayersel bir evlilikte kadın, onu seven ya da koruyabilecek hatta bazen onun dilini konuşabilen herkesten izole bir şekilde yabancılarla birlikte yaşar. Babayersel gruplarda çoğu zaman kocası ve onun ailesi tarafından istismar ve sömürüye maruz kalan kadınların bedenleri, emekleri, çocukları onlara ait değildir. Çocukları babalarının soyuna aittir. Bazı babayersel toplumlar kadının yanlarından ayrılmasına izin verir ancak çocuklarını yanında götürmesini yasaklar. Dolayısıyla çoğu kadın gitmez.”
Erkek dayanışması ve ergenliğe geçiş törenleri bu dönemde geliştirildi. Bu şekilde oğlanlara ‘kadınsı’ duyguları küçümsemek; yerlerine sertlik, benliklerini inkar etmek, itaatkarlık ve kendinden ‘üstün’ erkeklere hürmet etmek öğretiliyordu. Böylece sevgiye değil güce dayanan ve ‘yüce amaçlar’ güden bir bağ oluşturuldu. Kadınlığa daha önce verilen hürmet ortadan kayboldu. French, “Erkek egemen toplumlarda kızlar aşağılanır. Yalıtılmış, hapsedilmiş, az miktarda belirli yiyecek ve içecekleri tüketmesine izin verilen ve bedeninin güçlü ancak kirli olduğu öğretilen kız, sahip olduğu gücün kirletmek olduğunun farkına varır. Böyle kültürlerde regl kanı, dehşet ve korkunun kaynağıdır.” diye yazar.
Babasoyluluk iyice yerleştiğinde, kadınların evlenip kocalarının klanlarına gitmesi, bunun aksi duruma oranla kadınların kötü koşullardan kaçmalarını zorlaştırdı. Bundan sonra ataerki, tarımın gelişimi ve nüfus artışı ile bütünleşti. Bu olgular da bölgesel genişlemeleri ve militarizmi kamçıladı. Daha önceleri yiyecek dağıtımını kontrol eden kadınlar, bu dönüşümle birlikte bu güçlerini de yitirdiler: Tapınak kompleksleri ve hasat bir şehir hükümdarı ve eşi tarafından şehir merkezinden kontrol ediliyordu. Bu onlara ihtiyaç fazlası üretmeye devam etmeleri için çiftçilere baskı uygulama gücünü veriyordu. Sümer tapınaklarının tanrıçalar yerine tanrıları öne çıkarmaya başlamasıyla tanrıça İnanna önceliğini yitirdi (Ancak bazıları tanrıçalara tapmaya devam etti. Doğu ve Batı Roma’nın Hristiyan imparatorları son tanrıça tapınaklarını M.S 500’de kapadı).
Kabilelerarası savaşlar esnasında, kadınlar ve çocuklar esir alınırken erkekler genellikle öldürülüyordu. Kadın esirler, tecavüz ve hamilelik ile kabileye dahil ediliyordu. Böylece, öldürülen erkek akrabalarının yardımlarına koşamayacağını da bildikleri için, çocukları uğruna kabileye sadık kalıyorlardı. Kadınların ve çocukların bu şekilde ele geçirilmesi, köleleştirilmeleri ve erkeklerin onlara sahip olması, sınıflı toplumun başlangıcına işaret etmenin yanı sıra belki de özel mülkiyetin ilk biçimiydi. Gerda Lerner, Ataerkilliğin Yaratılışı’nda, kabilelerin erkekleri köleleştirmeyi ancak on yıllar boyunca kadınların bu şekilde zapt edilmesinin ardından öğrendiğini öne sürer.
M.Ö 3500-2800 yılları arasında, Sümer’de bağımsız ve baskın güç unsuru haline gelmeden önce tapınak elitlerinin yanında ordu elitleri de şekillendi. Orduda güç sahibi erkekler, köylere şeflik yaparak ve daha sonra kolektif mülk olan tapınak topraklarını ve sürüleri ele geçirip klanlarını kullanarak şehirlere ve şehirlerin çevresine hükmetmeye başladı. Aralarından en güçlü klan şefleri, zaman içerisinde kendilerine kral ünvanını vererek tapınak mülkünün sahibiymiş gibi hareket ediyordu. Diğerleri ise birden fazla site devletini birleştirerek krallıklar veya ulus devletler yarattı.
Kralların ve hükümdarların kızları tapınaklara başrahibe veya bir başrahiple yıllık kutsal bir evlilik yaparak dingir-olmayan1 olarak atanıyordu. Tanrıça Inanna’yı temsil ya da taklit ediyorlardı. Bu kutsal evlilik, toprağın ve insanların verimliliğinin bir doğurganlık tanrıçasının cinsel gücünün kutlanmasına dayandığı inancını yansıtıyordu. Bu tören birçok tanrıça tapınağında neredeyse 2000 yıl boyunca icra edilmişti.
Pek çok efsanenin dönüşümü, cinsiyetler arasındaki savaşların erkeklerin zaferi veya kadınların gücünün ele geçirilmesiyle sonuçlanması suretiyle kadınların kademeli zapt edilişlerini yansıtır. French, erken Sümer mitlerini, “Tanrıçalar her şeyi yaratmıştı ve en seçkinlerden biri olan Siduri, cennette hüküm sürüyordu. Daha sonra bir güneş tanrısı onun hüküm sürdüğü diyarları elinden aldı, tanrıçaların rütbesi düşürüldü. Daha geç bir tarihe dayanan Gılgamış Destanı’nda ise artık Siduri yalnızca içki servisi yapıyordu,” diyerek açıklar. Daha da sonraki Babil/Asur ürünü olan Yaratılış Destanı, Tanrı Marduk’un kutsal ana Tiamat’ı nasıl yendiğini anlatır.
French’in açıkladığına göre İnanna, hakkındaki ilk mitlerde her şeyi kapsayan bir varlıktı: Doğumu, ölümü, ayrıca “bitki örtüsüyle iklimin, seher ve akşam yıldızının anası, koruyucusu ve tanrıçası olarak” yeniden doğuşu temsil ediliyordu. Sonraki mitlerden “Enki ve Dünya Düzeni”nde bir bürokrat olan Enki, kendi aralarında da bir hiyerarşiye sahip olan, ondan aşağı tanrılara başkanlık ederek baş tanrı olarak tasvir edildi. Enki’nin çeşitli makamlara atadığı tanrıların içinde yalnızca iki önemsiz tanrıça mevcuttu, İnanna bunlardan biri bile değildi. İnnana zamanla aşk ve savaş tanrıçası, sonra bir şifacı ve daha sonra baskın iki erkek tanrı arasında bir arabulucu oldu. Amurruların Mezopotamya’yı ele geçirmesinin ardındansa French’in deyimiyle, “İnanna, fahişelerin tanrıçası oldu.”
Karkid, Sümercede dişi “fahişe” anlamına gelen kelimedir. İlk defa M.Ö 2400’te en eski meslek listelerinin birinde karşımıza çıkıyor. Rahipler, tapınaklara para ve erkek çekmek için tutsak kadınları ve köleleri fahişeliğe zorlardı.
Lerner, The Creation of Patriarchy isimli kitabında şöyle yazıyor:
“Ticari fuhuşun kadınların savaş esnasında tutsaklaştırılmasından doğmuş olması muhtemel. Kölelik yerleşik bir kurum haline geldikçe köle sahipleri, dişi kölelerini fahişe olarak kiralamaya başladı ve bazı köle sahipleri, onları çalıştırdığı ticari genelevler kurdu. Tutsak kadınların kişisel cinsel kullanım için hazır ve nazır olması, otoritelerini onu sıklıkla gasp ederek kazanan kralların ve şeflerin, servetlerini hizmetçiler ve cariyeler ile göstererek meşruiyet kazanma ihtiyacı haremlerin kurulmasına yol açtı. Böylece haremler; aristokratların, bürokratların ve varlıklı erkeklerin öykünebileceği güç göstergeleri haline geldi.
Ticari fuhuşun bir diğer kaynağı ise çiftçilerin yoksullaştırılması ve kıtlık dönemlerini atlatabilmek için borç köleliğine sebep olan borçlara bağımlılıklarının artmasıydı. İki cinsiyetten de çocuklar, borç taahütleri için aileleri tarafından terk ediliyor ya da ‘evlatlık’ verilmek üzere satılıyordu. Bu tür uygulamalar, dişi aile üyelerine fahişelik yaptırmanın aile reisine avantaj sağladığı koşulları oluşturabiliyordu. Ailelerinin onları köle olarak satmak zorunda kalması ya da yoksul kocalarının onları bu şekilde kullanması, kadınların fahişelik yapar hale gelmesine sebep olabiliyordu.”
M.Ö 2350’den itibaren kölelik, sınıf olarak pekişerek toplumsal düzenin kalıcı bir olgusu haline geldi ve özel mülkiyet kavramı ortaya çıktı. Kadınlar, özel mülkiyete indirgenmelerinin yanı sıra erkeklerden farklı bir yasal ve ahlaki standarta göre yargılanıyordu. M.Ö 1750’ye gelene kadar, Hammurabi isimli bir Babil kralı mevcut yasaları bir miktar değiştirip derleyerek, Tanrı Şamaş tarafından tasdik edilen Hammurabi Kanunları’nı siyah dioritten yapılmış bir dikili taşa işlettirdi.
Bu yasalar, yüzlerce yıldır küçük topluluklarda yargıçlar ve halkın saygın yaşlıları tarafından uygulanan kanunların büyük bir kısmını kapsıyordu. Yasalar ‘kısasa kısas’ anlayışına dayanmasına rağmen bazı suçlar, mali yük ve kırbaç cezası ile ikame edilebilirdi. Lerner, Hammurabi Kanunları’nın üç ayrı sınıfı tanıdığını söyler: Rahiplerin ve devlet memurlarının bulunduğu Patrikler, şehirliler ve köleler. Cezalar sınıfa göre derecelendiriliyordu ve yüksek sınıftan bir kişiye verilen zarar için uygun görülen ceza, düşük sınıftan insanlara verilen zarar için uygun görülen cezaya göre çok daha ağırdı. Ayrıca erkekler işledikleri suçun cezasını çekmeleri için aile üyelerini, hizmetçilerini veya kölelerini kendileri yerine görevlendirebilirdi.
Hammurabi Kanunları’nda bir babanın çocukları üzerindeki otoritesinin sınırı yoktu. Bu 282 kanundan 73 tanesi, evlilik ve cinsellik ile ilgili konular hakkındaydı. Mesela bir kadın, kocasının memnuniyeti için ekonomik rolünü yasal olarak yerine getirmek zorundaydı. Eğer bir kadın ‘aptalca davranarak evdeki vazifelerini yerine getirmiyorsa ya da kocasının aşağılayacak davranışlarda bulunuyorsa’ kocası onu boşayabilir veya onu bir köle statüsüne indirgeyerek ikinci bir kadın ile evlenebilirdi. Kadınlar için boşanmak fiilen imkansızdı.
Hammurabi dönemine dek de mülkiyet erkekten erkeğe, erkek ailesi reisinden erkek aile reisine geçmekteydi. Ancak bu kadınlar vasıtası ile yani çeyiz ve başlık parasıyla gerçekleşiyordu. Bir kızın asıl değeri gelin olma potansiyeline bağlıydı ve bekaret, evliliğin koşullarından biriydi. Herhangi bir evlilik, kadının bakire olmadığı anlaşılırsa iptal edilebilirdi. Kızların katı bir gözetim altında tutulması, iffetlerinin ve evlenecekleri kişiler üzerindeki aile kontrolünün garantisini veriyordu. Lerner bu konuda şöyle yazıyor:
“M.Ö. ikinci milenyumun ortalarına gelindiğinde, fuhuş yoksulların kızlarının yapması beklenen bir meslek olarak kurumsallaşmıştı.
Mülk sahibi sınıftaki kadınların cinselliği üzerindeki denetlemeler topluma yerleştikçe saygın kızların bekareti, aileleri için finansal bir varlık haline geldi ve ticari fuhuş, erkeklerin cinsel ihtiyaçlarını karşılamak için toplumsal bir gereklilik olarak görülmeye başlandı. Geriye kalan tek sorun ise saygın ve saygın olmayan kadınların birbirinden kesin ve kalıcı bir şekilde nasıl ayırt edilebileceği ve erkeklerin ‘saygın olmayan’ olarak tanımlanan kadınlarla sosyal ilişkiler kurmaktan nasıl caydırılabileceğiydi. Bu iki gaye de Orta Asur’un 40. kanunu ile nihayete erdirildi.’’
M.Ö on altıncı yüzyılda Babil yağmalandı ve M.Ö 1300 dolaylarında, başkenti Asur’dan ismini alan, militarist bir Asur imparatorluğu Suriye topraklarında yükseldi. İyi muhafaza edilmiş olan Orta Asur Kanunları (OAK), onu önceleyen Babil kanunlarından çok daha sertti ve bu sefer 112 kanundan 59’u evlilik ve cinsellik meseleleriyle ilgiliydi. Bakire bir kız tecavüze uğramışsa, kızdan boşanması yasaklanan tecavüzcüsüyle evlenmeye mahkumdu. Eğer tecavüzcü halihazırda evliyse, kızın babasına kendi eşini bir köle ya da cariye olarak vermekle yükümlüydü.
OAK, fahişelerin saygın kadınlardan nasıl ayırt edileceğine dair sorunu çözmüştü. Cinsel olarak yalnızca bir adama hizmet eden ve onun koruması altında olan ev kadınları örtünerek saygın oluyordu. Yalnızca bir adama hizmet etmeyen ve onun koruması altında olmayan kadınların ise örtünmesi yasaktı. Yasanın hükmü şuydu:
“Ne derebeylerin eşleri, ne dullar ne de Asurlu kadınlar başları örtülü olmadan sokağa çıkabilir. Derebeylerin kızları da bir şal ya da kaftanla kendini örtmelidir… Sokağa yalnız çıktıklarında kendilerini örtmek zorundadırlar… Bir erkeğin evlendiği bir kutsal fahişe sokakta kendini örtmeli, bir erkeğin evlenmediğiyse sokakta başını açık bırakmalı, kendini örtmemelidir. Fahişelik yapan biri kendini örtmemeli, onun başı açık olmalıdır…”
Başının açık olması ile saygın kadınlardan ayrılan, kamusal alanda örtünmemiş olan bir kadın; fahişe farz ediliyordu. Bu kuralı ihlal etmek devlete karşı büyük bir suç olduğu kadar büyük bir cezaya da layıktı. Yasa şu talimatları veriyordu:
“Bir fahişeyi örtülü gören (erkek) kimse onu tutuklamalı, bulduğu tanıklarla saray mahkemesine getirmelidir. Mücevherleri alınmayacaktır (ama) onu tutuklayanlar kadının kıyafetlerini alabilirler. Kadına elli sopa vurulacak ve kafasına zift dökülecektir.”
OAK altında kadınların maruz kaldığı en ağır cezalardan biri kürtajla ilgiliydi: Kendileri veya başkalarına kürtaj yapan kadınlar, kazığa oturtuluyor ve defnedilmiyorlardı. Zina gibi kürtaj da yalnızca kadınlar için suç teşkil ediyordu: Başka bir adamın hamile eşine vurarak düşük yapmasına sebep olan erkek, eşi hamile kaldığı takdirde aynı zararın ona uygulanması için eşini yetkililere temsil ederek cezalandırılıyordu.
Lerner bunu şöyle açıklıyor:
“Kendine kürtaj yapanlara verilen bu vahşi cezanın, kralın (devletin) gücü ile ataerkil aile reisinin çocukları ve eşleri üzerindeki gücü arasındaki ilişkiye, OAK tarihi boyunca verilen önemle ilgisi var. Böylece babanın halihazırda gelenekler tarafından zaten uygulanan ve kutsanan, yeni doğmuş çocuklarının yaşamı üzerine karar verme hakkı; OAK içerisinde toplumsal düzeni sağlamakla eşdeğerdir. Pratikte bu yeni doğan kız bebeklerin yaşaması mı ölmesi mi gerektiği konusunda verilen karardır. Bir kadının (kürtaj yaptırarak) böyle bir hakkı gasp etmesi, vatan hainliği veya krala saldırı ile aynı büyüklükte bir suç olarak görülür.”
The Rape Atrocity and the Boy Next Door (Tecavüz Vahşeti ve Kapı Komşusu Çocuk) isimli denemesinde Andrea Dworkin, bu en eski yasaların altında yatan prensipleri özetliyor: “Kadın, erkeğe aitti: Evlilik yasaları da bu mülk ilişkisini kutsuyordu. Tecavüz, bir kadının sahibinden çalınması anlamına geliyordu.” Tecavüz; hırsızlık, kaçırma ve bir adamın malını herhangi bir ticari faaliyet üzerinde anlaşmadan alma suçuydu. Zinanın yalnızca kadınlar için suç unsuru olmasının, kadınların boşanma sürecinde çektikleri zorlukların ve tecavüze karşı koymanın hem suç hem de (tecavüzün) kanıtlanmasının gerekmesi bu zihniyet yüzündendi. Nihayetinde, “Tecavüz, kadına sahip olan erkeğe karşı işlenmiş bir suçtu…” Dworkin bu yasaları geçen yüzyılın sonlarında inceledi çünkü onlar “hâlâ toplumsal düzen olarak bildiğimiz şeyin temeli olmaya devam ediyor.” Stanton, Gage ve ondan önce gelen birinci dalga feministler gibi o da bu düzeni değiştirmek istiyordu.
1. Dingir, Tanrı anlamına gelen Sümerce bir kelimedir.
Çeviri: Daniela
2 Comments Kendi yorumunu ekle