Lezbiyenliği seçmekte ferahlık vardır

RENATE KLEIN

Geçtiğimiz yıllarda lezbiyenliğin tercih edilebileceğini savunduğu bir yazısını sizinle paylaştığımız Julie Bindel, Substack hesabında Renate Klein’ın bu konuda yazdığı ve kendi hayatında lezbiyenliği nasıl seçtiğini anlattığı bir metni paylaştı. Biz de Türkçeleştirdik…

On yedi yaşında filandım herhalde. En iyi kız arkadaşım nedense bana kızıp bağırmıştı: “Amma da aptalsın be! Lezbiyen ne demek haberin bile yok, müdiremizin lezbiyen olduğundan da.” Doğru söylüyordu, lezbiyen ne demek bilmiyordum. Nasıl öğrendiğimi de anımsayamıyorum (bizimkilerin sözlüğünden mi acaba?). Lezbiyenliğin kadınların kız arkadaşı olması anlamına geldiğini nasıl olduysa öğrenmiştim ama. Sorun ettiğim bir şey değildi bu, neticede benim de bir sürü kız arkadaşım olmuştu hep. Müdiremizin kız arkadaşının resim öğretmenimiz olacak o berbat kadın çıkmasını sorun etmiştim asıl. Katlanamıyordum o kadına (hislerimiz karşılıklıydı). Tatlı mı tatlı müdiremiz nasıl bu kadar zevksiz olabilirdi?

Gey ne demek biliyordum ama. Vaftiz babam geydi, üstelik gizli bir şey değildi bu. Erkek arkadaşı da kendi gibi sanatçıydı. Annem gey sanatçı olmakta sorun yok derdi. Erkek arkadaşı cebinde taşlarla nehre dalarak kendini öldürdü maalesef. Paskalya zamanıydı, ölümünün dinle ilgisi varmış gibi laflar edilmişti. İçim burkulmuştu, yüzünden gülümsemesi silinen vaftiz babama çok üzülmüştüm.

Neyse ne, lezbiyenliği bilmenin benimle hiç alakası yoktu. Diğer kız arkadaşlarım gibi, benim de erkek arkadaşlarım oluyordu ki bazen işe yaradıkları da oluyordu: Okul çantamı taşıyor, sağa sola koşup getir götürümü yapıyor, annemin okumamı yasakladığı kitapları evlerinden getiriyorlardı. Herkes nasıl evlendiyse sırası gelince ben de evlendim.

1975’e geldiğimizde Zürih Üniversitesi’nde Doğa Bilimleri yüksek lisansımı tamamlamıştım, lisede biyoloji ve kimya derslerine giriyordum. Alice Schwarzer’in üniversiteye söyleşiye geleceğini gördüm. Der kleine Unterschied und seine grossen Folgen [O küçük fark ve büyük sonuçları] adlı, kadına yönelik şiddeti konu edinen yeni kitabını ele almaya geliyordu. Söyleşiye gitmeyi planladığımdan yakın arkadaşlarıma bahsedecek oldum ama hep bir ağızdan aynı karşılığı vermeleri beni şaşkına çevirdi: “Niye gidecekmişsin ki? Alice aptalın teki, feminist. Hem de çirkin bir lezbiyen.”

Ne yapacağımın söylenmesinden hoşlanmadığımdan söyleşiye tek başıma gittim. Sonra da kitaptan epey etkilenerek ayrıldım oradan. Alice Schwarzer sözleriyle ilgi çekmekle kalmamış, hitabeti hayli güçlü, üstelik eğlenceli ve tatlı biri olduğunu göstermişti. Gözüme gayet hoş görünmüştü. Arkadaşlarıma bu müjdeyi verdiğimde hatırladığım kadarıyla oralı olmamışlardı. Alice Schwarzer söyleşisi sayesinde feminizmle ilgili, o zamanlar Almanca bulunabilen birkaç kitap okumaya başladım. Marielouise Janssen-Jurreit’in Sexismus (1976) [Cinsiyetçilik] kitabı da bunlardan biriydi.

Okuduklarım epey ilgimi çekmişti. Kadına yönelik şiddet, her türden eşitsizlik, erkek egemenliği… Ne var ki bunları yeterince önemsememiştim. Benimle hiçbir alakaları yoktu ki. Kocamla ilişkimiz eşitliğe dayanıyordu, hiçbir şekilde ayrımcılığa uğramıyordum.

Bu düşüncem 1977’de birden değişti. Bir bakmışım, doktora sonrası araştırmaları için bir yıllığına üniversitede görevlendirilen kocamla birlikte Garran’dayım (Avustralya’da Kanberra banliyölerinden biri burası). Peki ya ben ne durumdaydım? Bağımsız, zeki biri muamelesi görmüyordum artık, hem de hayatımda ilk kez. Kocamın “karı”sı olmaktan ibarettim. İş çıkışındaki faaliyetlerde çocuklardan söz edip duran kadınların yanına sürgün edilmiştim ki bu konu cidden canımı sıkıyordu. O yüzden ben de Sexismus’u baştan okudum (nedense İsviçre’den gelirken yanımda getirmiştim bu kitabı). Yok artık, olamaz olamaz derken patriyarkanın benimle alakasının sandığımdan çok olduğunu kabullenmem gerekti.

Farkına vardıklarım öfkelendirdi beni ama bir yandan da bir şeyleri değiştirmemiz gerektiğini kafaya koymamı sağladı. Her yerinden zekâ fışkıran kocacığım San Francisco konforunda, Berkeley Üniversitesi’nde doktora sonrası araştırma pozisyonunun bir diğerine geçmişken ben de kendime dişe dokunur bir şey bulayım diye üç ay verdim. Yoksa İsviçre’de öğretmenliğe geri dönecektim.

Biraz cüretkârlık ama bol bol da şansın yardımıyla bir ay sonra bir baktım ki Berkeley Üniversitesi’nin Kadın Çalışmaları bölümüne mutlu mesut yerleşmişim bile. Feminist biyoloğa ihtiyaçları varmış (tam da ben!). Kadın Çalışmaları Kuramları dersini başka bir hocayla birlikte vermeye başlamıştım ki sosyal ve beşeri bilimlerle ilgili pek bir şey bilmediğimi fark edip Kadın Çalışmaları bölümünde lisans eğitimine kaydoldum. Keyfim tıkırındaydı. Vaktimi ders verip ders çalışarak, deneme ödevleri kaleme alarak geçiriyor, günbegün radikal feministe dönüşüyordum.

Görüştüğüm bir sürü lezbiyen vardı. Kadın Çalışmaları bölümünde hocalarla öğrencilerin yarısı lezbiyendi. İlişki yaşayan birkaçıyla da tanışmıştım. Feminist can dostlarımla erotik ilgilerimiz de ortak olsa ne güzel olurdu diye aklımdan kaç kez geçmişti.

Sonracığıma öğrencilerimden biri benden hoşlandığını söylemesin mi! Paniğe kapıldım. Aramızda hiçbir şey olamaz deyiverdim tabii. Ne de olsa ben onun hocasıydım. Aslına bakılırsa, hacimli kara bukleli, dağınık saçlı bu güzelim kadının beni zerre cezbetmemesine içten içe sinir olmuştum. Yazıklanıp durmuş, biçare heteroseksüelim diye düşünmüştüm. Nasıl üzülmüştüm.

Birkaç hafta geçti geçmedi, arkadaşlarımdan biri hafta sonu San Francisco merkezinde düzenlenecek bir eğlenceye gidelim diye aklıma girdi. Yol uzundu, üstelik tamamlamam gereken yazılar vardı. Sonunda pes edip peşine takıldım. Güzel bir yaz akşamıydı. Sıcacıktı.

İçeri girince tam karşımda duran kadınla göz göze geldik hemen. Sonra, ne döndüğünü anlayamadan içim kıpır kıpır oldu. Işığa yönelen pervaneler misali, birbirimize doğru yaklaşıyorduk. Hayatım geri dönüşü olmaksızın değişmek üzereydi, ben de buna tamamen hazırdım.

O gece arkadaşımla geri dönmedim. Onun yerine bir sevişmenin ne kadar da mükemmel olabileceğini deneyimlemiş oldum.  Kadınlara dokunmadan 33 yıl nasıl durabilmişim? Esriklikle letafet iç içe geçmişti.

Ertesi gün trene binmiş Berkeley’ye dönerken yüzümden gülümseme eksik olmadı. Çatıların tepesine çıkıp tüm dünyaya haykırmak istiyordum: “Ben lezbiyenim, bugün yeni hayatımın ilk günü!”

Sahiden de ilk günüydü yeni hayatımın. San Francisco kaçamağım uzun soluklu olmadı ama arkama da bakmadım. Takvimler 1981’i gösterirken ben doktorama başlamak üzere Londra’ya taşınmıştım. Kendime lezbiyen radikal feminist diyordum. Başlayıp biten ilişkilerim oluyordu, görülmemiş mutluluklar yaşıyor, sonra da hüznün dibini boyluyordum. Değişmeyen tek bir şey vardı: Sevgililerimin hepsi görüp görebileceğiniz en ilginç sanatsever kitap kurtlarıydı, üstelik hepsi feministti tabii. İçimizin sıkıldığı tek bir an bile yaşamazdık. Erkeklerle ilişkimin bir hayli sıkıcı olduğu düşünülürse çölde vaha bulmuş gibiydim. Arkama hiç bakmadım: Erkekler geçmişimdi, kadınlarsa geleceğim.

1986’da Avustralya’ya taşınmamın ardından hayat arkadaşım Susan Hawthorne’la tanıştım. 37 yıldır birlikteyiz. Ömrümüzü birlikte geçirdik, bu sırada atıldığımız feminist serüvenlerin sayısı öyle çok ki anlatmaya tek kitap yetmez. Yıllar geçtikçe birbirimize duyduğumuz sevgiyle şükran değil azalmak, daha da arttı. Birbirimizin hayatında yer edindiğimiz için ikimiz de kendimizi şanslı sayıyoruz.

Malumatfuruşların eşcinsellik genetiktir dediğini duyduğumda başımı iki yana sallamadan edemiyorum. Hikâyesi bizimkine benzeyen yüzlerce lezbiyen var, hatta dünyanın dört bir yanında bizim gibi milyonlarca lezbiyen var. “Tercih” kelimesi pek çıkmaz ağzımdan, lezbiyen oluşumu anlatırken kullanıyorum yine de. Lezbiyenliği TERCİH ETTİM, hayatımda aldığım en doğru karardı!

Renate Klein, Mission Beach, Ağustos 2024

Çeviri: sermelix