Örtünme Üzerine Bazı Düşünceler

MAX DASHU

Çoğu insan örtünmeyi yalnızca İslam üzerinden düşünür ancak o çok daha eskilere dayanır. Örtünme; Hititler, Yunanlar, Romalılar ve Farslar gibi antik Hint-Avrupa kültürlerinde ortaya çıktı. Aynı zamanda Asurlular’da da olan bir uygulamaydı. Örtünmenin cinsiyet kadar sınıf olgusuyla da ilgisi vardı. Dolayısıyla Asur yasaları, halktan birinin örtü takmasını cezalandırırken üst tabakadaki kadınlar için örtünme bir zorunluluk haline getirmişti. Örtünün sınıf statüsüyle – ayrıca kentli/köylü ayrımı ile- olan güçlü bağlantısı tarihsel olarak geçen yüzyıla dek sürdü. Sonra, yoksul kadınlar toplumda daha yüksek bir statüye erişebilmek için örtüyü gittikçe daha çok benimserken Hüda Şaravi gibi daha ayrıcalıklı kadınlar  örtünmeyi reddetmeye başladı. (Buna benzer bir dinamik modern Çin’de ayak bağlama uygulamasında da yaşandı.)

Batı ile İslam arasında yaratılan zıtlığın tarihsel kökenlerinin olduğu kesin ancak bu iki sistemin hem birbirine benzediği hem de birbirinden farklılaştığı noktalar var. Genellikle insanlar bunun yeterince farkında olmasa da Orta Çağ Avrupası’ndaki kadınlar İslam dünyasındaki kadınlar gibi giyiniyordu. Özellikle evli kadınların çeşitli başlıklarla saçlarını örtmesi bir gelenekti. Batı Avrupa’daki kentli kadınların olduğu tablolar, çoğu zaman kadınları yüzleri ve elleri dışında tamamen örtülü halde resmederdi. Boynu ve hatta yüzün bir kısmını örtü ile kapamak yaygındı. Bu, Hristiyan dünyasındaki kadın giyim tarzının en muhafazakâr halini yansıtan klasik rahibe kılığının bir parçası haline geldi. Bu giyim tarzına Romalı soylu kadınların geleneksel başörtüsü vesile olmuştur ama boyuna ve yüze sarılan örtünün Hun kökenleri olabilir. 

Bahsedilen biçimlerde kendilerini örtmeyen köylü ve işçi sınıfı kadınlar “hafifmeşrep” addedilir ve onlara yönelik saldırılar meşru görülürdü. Örtünmeyen kadınların saygıyı hak etmeyen ve bu nedenle de savunmasız konumu İslam bağlamında da var; Kuran’da, örtünmenin Müslüman kadınları ayırıp sokakta tacize uğramaktan muaf tuttuğunu özellikle belirten bir bölüm geçiyor. Başörtünün kökeni bundan da geriye, komşu Bizans İmparatorluğu’nun örtülü kadınların bulunduğu ailelere yüksek sosyal statü addeden örtünme kurallarına kadar gidiyor. Bu kurallar da Yunan ve Romalıların erkek şerefi ve kadın namusuna verdikleri değere ve kamusal alanın erkeklere ait olduğu görüşüne dayanıyordu. 

Aynı kurallar Hristiyanlığın kutsal metinlerinde yansıtılmıştır, örtünme erkeğin kadın üzerindeki egemenliğinin sembolü olarak gerekli görülmüştür. Tertullianus bu kurallardan “örtünme disiplini” olarak bahsetmiş ve bu uygulamaya karşı çıkan Hıristiyan kadınları halka afişe etmiştir. Çoğu Yunan ve bazı Kuzey Afrika kiliselerinin “bakirelerini örtülü [saklı] tuttuğunu”  yazmıştır (On the Veiling of Virgins, III). Arap bağlamında belki daha önemli bir nokta ise örtünmemiş saçı “çıplaklık” olarak ele alan haham sözleri. Tannaim döneminde örtünmeyen bir kadın 400 zuz ödemekle cezalandırılabilirdi. Diğer her yerde olduğu gibi bunun uygulanmasını sağlayan ve zorlayanlar erkeklerdi: “Karısının saçının görülmesine izin veren adama lanet olsun…” İslam anlayışı da örtünmemiş saçı çıplaklık olarak görüyor: avret bölgeleri genelde yüze, boyuna ve kollara kadar varıyor. En aşırı örtünme şekli olan peçede ise kadının, dışarıdayken veya akrabası olmayan erkeklerin yanında, hava ne kadar sıcak olursa olsun elleri bile eldivenle örtülü olmalıdır.

Ancak Kuran, peçe kullanımını Peygamber Muhammed’in eşlerinin örtünmesi ve tecridi dışında emretmiyor. Diğer kadınlara yalnızca kıyafetlerini bağır kısımlarını kapatacak şekilde giymeleri söyleniyordu. Bununla birlikte, bölgedeki ataerkil kültürün baskısı ve Leila Ahmed’in Women and Gender in Islam [İslam’da Kadınlar ve Toplumsal Cinsiyet] kitabında ayrıntılarıyla ele aldığı üzere, Arapların bu uygulamanın eskiden beri var olduğu ülkeleri fethetmesi kadınların örtünmesini durdurulamaz hale getirdi. Daha eşitlikçi kültürler İslamileşip başörtüsünü, babasoyluluğu ve şeriatı benimsedikçe süreç öbür yönde de yaşandı. Örneğin Endonezya’da, Batı Sumatra’daki anasoylu Minangkabau’da bile, son yüzyılda örtünmede oldukça belirgin bir artış görüldü. Bu değişim elli yıldan az bir süre içerisinde yaşandı.

Hristiyan geçmişi taşıyan dünya ile İslam geçmişi taşıyan dünyanın kutuplaştırılmasından vazgeçmek önem arz ediyor. Bu ikisi de kendisini yalnızca birbirinden değil, bu iki kategoriye de girmeyen kültürlerden de -ki burada birçok yerel kültürden bahsediyorum- üstün sistemler olarak tanımlıyor. Bu toplumların çoğu, özellikle sömürgecilerinin onları “pagan” veya “kafir” olarak görmesiyle hedef olmaları meşrulaştırıldığından fetih ve esarete maruz bırakılmıştır. 

Hem Hristiyan hem de Müslüman sömürgeciliğinin temel örüntülerinden biri; yerli kadınları kıyafetlerine, hareket özgürlüklerine veya o kültürde kadınlara yönelik pozitif değerlere dayanarak ahlaksız ve hafif meşrep olarak tanımlamaktı. Yerli kadınların böyle utandırılması [damgalanması] (ardında tecavüz ve tecavüz tehdidi vardır)  onları kendilerini korumak amacıyla geçmişteki kılıklarını geride bırakarak baskın kültüre asimile olmak zorunda bıraktı. Çoğunlukla bu asimilasyon göğsü, kolları, ayakları ve hatta saçı örtmeyi gerektiriyordu. Bu tür değişimler özellikle tropikal ülkelerde oldukça çarpıcıydı. Bu yüzden yerlilerin bakış açıları, hem Müslüman ve hem de hristiyan ahlak kurallarına yönelik daha önce pek ele alınmamış eleştiriler sunuyor.

Konu başörtüsü olunca seçim kavramı üzerine sorular gündeme geliyor. Genelde aileler, edepli kadınların dışarıda sadece bu şekilde bulunması gerektiği inancıyla kadınların ve bazen kızların da başörtüsü takmasını şart koşuyor. Fakat bazı Müslüman kadınlar, özellikle günümüzdeki işçi sınıfından kadınlar için başörtüsü, onlardan aksi halde esirgenen hareket özgürlüğünü sağlayarak kadınların üniversiteye gitmesine veya ev dışında çalışmalarına olanak sağlıyor. Başörtüsü dini bir şart olduğu gibi, stratejik bir seçim de olabilir. Tesettür, bazı ülkelerde (Suudi Arabistan ve İran’da olduğu gibi) devlet tarafından dayatılırken diğerlerinde (kız öğrencilere yönelik son yasalara göre Fransa’da olduğu gibi) devlet tarafından yasaklanmış durumda.

Her ne kadar her iki durumda da devlet baskısı seçim özgürlüğünü ihlal ediyor olsa da mesele hiç de basit değil. Başlarını örtmeleri gerektiğine inanan genç kadınlara saçlarını örtmemelerini dayatan Fransız devletinin yanı sıra; Kuzey Afrikalıların bulunduğu, Paris ve diğer bölgelerdeki banliyölerde “İslami olmayan” kılıktaki genç kadınlara saldıran, onları başörtüsü takmaya zorlayan genç erkekler de var. Hayat yolculuğunda politika, kimlik ve toplumsal bağlılıklarla ilgili zorluklar yaşayan genç Cezayirli-Fransız kadınlar için kendi kaderini tayin etme hakkı karmaşık bir mesele olabilir. Kılık gibi kişisel durumların yasalarla kontrolü, demokratik olduğunu iddia eden her devlet için zaten sorun teşkil ediyor. Bu sorunun basit cevapları yok.

Aile baskısı, dış dünyanın görmediği bir şey olsa da ara sıra sözde “namus cinayeti” gibi bir zulüm yaşandığında medyada patlak veriyor. 2007’de, ergen yaşlarındaki Aqsa Parvez’i, başını örtmeyi  reddettiği için Kanadalı babası ve erkek kardeşi öldürdü. Diğer birçok vakada ise akrabalık bağı olmayan erkekler,  kadınları kamusal alanda başörtüsü takmaya zorluyor. 2006’da İslam’ın Adaletli Kılıçları1 isimli bir grup, başörtüsü takmadığı gerekçesiyle bir kadının yüzüne asit attı ve “İslam geleneklerine uymayan ve internet kafelerde takılan hiçbir kadına asla merhamet göstermeyeceğiz,” şeklinde bir açıklamada bulundu. 2007’de Tehreek-i İslami isimli bir grup, Pakistanlı kadınları başlarını örtmezlerse aynı zulmü yaşatmakla tehdit etti. Aynı yıl bir tetikçi saçını örtmediği gerekçesiyle sosyal hizmetler bakanı Zil-e-Huma Usman’a suikastte bulundu. 2001’de Keşmir’de çador giymeyen kadınları hedef alan benzeri saldırılar yaşandı. İşgal sonrası Irak için Robert Fisk, “2008’de Basra’da polis, ayda 15 kadının ‘İslami kıyafet kurallarını’ çiğneme gerekçesiyle öldürüldüğünü bildiriyordu,” diye yazıyor. Bunlar rapor edilmiş örneklerden yalnızca birkaçı. 

Afganistan’da kadınlar, Taliban’ın hâkimiyetinden beri geçerli olan (çok da eskide kalmayan geçmişlerinde de bulunan) daha da aşırı türde örtünme uygulamalarını reddetmeleri durumunda hâlâ oldukça büyük bir tehlikeyle karşı karşıya kalıyor. ABD hükümeti her ne kadar Afganistan’ın Taliban’dan “kurtarıldığını” ilan etse de Kabil ve diğer birkaç kent bölgesi dışında burka, özellikle özel ulaşım araçlarına erişimi olmayan kadınların çoğunluğu için hâlâ bir gereksinim. Batı’da burka tahakkümün sembolü haline gelse de Afgan kadınlar için kaçırılma, zorla evlendirilme, ekonomik mahrumiyet, iş olanakları ve eğitim, yaşam mücadelesinde aciliyeti daha yüksek olan meseleler.

Çador, çeyrek yüzyıldır İranlı kadınlar için zorunlu bir uygulama ve sıcak havalarda bile kadınların dışarı çıkarken uzun bir ceket giymeleri gerekli. Humeyni’nin Devrim Muhafızları, “uygunsuz tesettür” nedeniyle (saçlarını düzgün örtmedikleri için) sokakta kadınlara saldırıyor, bazen kadınların rujlarını jilet bıçaklarıyla kazıyordu. 1930’larda ise baskı öbür yöndeydi. Son Şah’ın babası her kadının örtüsünü çıkarması hükmünü vermişti. Tüm yaşamları boyunca başı örtülü ve münzevi hayatlar yaşayan kadınlar aniden başlarını kamusal alanda açmaya mecbur bırakıldı. Çoğu için bu hüküm onları çıplakmış gibi hissettirdi ve daha da örtünmeye yönlendirdi. Seyahat etmeleri gerektiğinde kocalarının sırtlarında çuvallarla taşınan kadınların hikâyeleri anlatılır. Tabii, diğer kadınlar bu değişimi toplumsal kısıtlamalardan özgürleşme olarak hoş karşıladı.

Atatürk de Türkiye’de aynı hükmü, kıyafet zorunluluğunu örtülüden örtüsüze çevirerek uygulamaya koydu.  Bu uç kutuplarda kadınların bedenleri, toplumsal barometre ve hatta pek çok gündem ve siyasal çıkarım için politik yem muamelesi görüyor. Frantz Fanon’a göre örtünme, ulusal özgürlüğün ve yerel kimliğin bir sembolüydü sadece; ataerki göz önünde bulundurulan bir etken değildi. Ancak, uzak bir tarihte, örtünün kendisi de sömürgecilerin ahlaksız saydığı yerel Afrika kılığına karşı yabancı bir gelenekti. Toplumsal normlardaki bu büyük değişimler, Hausalı kadınlarda, Sudan’daki Nubalı kadınlarda ya da Kuzey Cezayir’de olduğu gibi yakın zamanda veya üç yüz yıl önce ya da Roma döneminde, İslam’dan çok önce yaşanmış olabilir. 

Tecrit halindeyken bile ve belki de bundan dolayı durumlar değişebiliyor. Bugün İran’da birçok genç kadın örtünme zorunluluğuna başörtülerinin önlerinin açılmasını sağlayarak veya saçlarının örtüden çıkmasına izin vererek ve renkli örtüler takarak karşı çıkıyor. Pakistan’daki kökten dinciler, Benazir Butto’yu dupatta’sını serbest şekilde giymesi nedeniyle eleştirdi. Batı’daki geleneksel Müslüman kadınlar için karşı duruş başka bir şekle bürünüyor: nefret dolu bakışlara katlanmak, küçümseyici ifadelere ve ayrımcı tavırlara maruz kalmak. Günümüzün politik ikliminde başörtüsü takmak, havaalanında düzenli olarak kontrol edilmeyi gerektiriyor ve uçağı kaçırma ya da daha da kötüsü sokaklarda ciddi saldırıların hedefi olma anlamına bile gelebiliyor. 

Neval es-Saadavi bazı bağlamlarda mecburiyete yakın kullanımına işaret ederek, makyajın “postmodern bir örtünme” olduğuna dikkat çekmiştir. Bu, yıllar önce Ortabatı’da büyürken kesinlikle benim de yaşadığım bir şeydi. California Yüksek Mahkemesi’nin 2002’de verdiği hükme göre de, işverenin istekleri doğrultusunda, işyerlerinde hâlâ aynı şey devam ediyor. Yargıçlar, uzun süredir Reno’daki Harrah’s Casino’da uzun zamandır barmenlik yapan Darlene Jesperson’ın, işyerinde kadınların ruj, yüz pudrası ve rimel sürmesini söyleyen yeni şartlara karşı çıktığı için kovulmasını uygun buldu. Bu mahkeme kararı, işverenlerin ayrıca çalışanlarının ne giydiğini, saç uzunluklarını ve diğer kişisel bakım uygulamalarını dikte etmesine olanak sağlıyor. Bu kısıtlamalar Afrikalı-Amerikalı kadınlar içinse özel sonuçlar doğuruyor: işverenler çoğu zaman onları saçlarını doğal veya kültürel şekillerde kullanmalarından men ediyor veya  onları işe almayı tamamen reddediyor. 

Yukarıda bahsedilen durumda bu uygulamanın gerekçesi ekonomik; İran bağlamında ise dini. İran’da hem devlet hem de aile bu yürürlüğün uygulatıcısı [zorlayıcısı]  rolünü üstleniyor. Tahran’daki posterlerde “Uygunsuz tesettür fuhşa eşdeğerdir. Başörtüsü takılmaması ise oradaki erkeğin adam olmadığı anlamına gelir,” şeklinde açıklamalar bulunuyor. Buna benzer uygulamaların ışığında ruj, İranlı çoğu kadına özgürlük gibi geliyor ve bir sürü kadın, başörtüsü uygulamasına mümkün olan en az raddede uyabilmek için küçük veya dar şallar takıyor. Ziba Mir-Hüseyni’nin de yazdığı gibi , en yeni stratejilerden biri ise seçim meselesini dini muhakeme yolu ile yeniden formüle etmek: “Güncel reformist söylemde başörtüsü, kadının ‘görevi’ değil, ‘hakkı’ olarak görülüyor. Başörtüsünün yalnızca, kadınların onu özgürce seçme hakkı olduğunda bir anlamı ve değeri olduğu için çoğu reformist zorunlu tesettüre dini sebeplerden ötürü karşı çıkıyor.”

Yasal ya da kültürel, hangi yoldan uygulanıyor olsun kadınların baskıyla bir şeylere zorunlu kılınması her ataerkil sistemin siperinde vardır. Her ne kadar doğrudan şiddet oldukça etkili bir araç olsa da toplumsal baskı, alaya alma ve telkin daha sinsi yöntemlerdir çünkü hedefleri bunları daha zor fark eder. Kökten dinciler de bu yöntemleri kullanıyor ancak aslen bu uygulamalar, modern ABD ve küresel ataerki imparatorluğunun itici gücünü oluşturuyor. Kitlesel medya piyasasından liselerin koridorlarına ve işyerlerine kadar her yerde ticari standart; kesinlikle sarışın, kılları yolunmuş ve tırnakları ojelenmiş genç ve zayıf kadınların fetişleştirilmiş cinsel görünümünden ibaret. Bu analizi daha da karmaşıklaştıracak olursak bu standart, Riyad gibi tüm vücudun örtünmesinin zorunlu olduğu yerlerde bile (mahremde) işliyor olabilir. 

Özgün metin

Suppressed Histories Archives

Çeviri: Daniela

Redaksiyon: melis


[1]: Just Swords of Islam

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s