Yalnızca kadınlara açık alanlar, örgütlenmeler ve bunlara dair kapsayıcılık-dışlama tartışmaları hakkında Marina S.’in yazmış olduğu bu metin radikal feminist prensiplerin ve kendi sınırlarını kendi belirleyen kadınların dehşetle karşılanışını yorumluyor. Yazı önce kendi blogunda daha sonra da The Radical Notion‘ın ilk sayısında yayımlanmıştı.
“İletişimin %70’ini beden dili oluşturur”. Bu klişeden gerçekten nefret ediyorum çünkü ben kendini kelimelerle ifade eden biriyim. Bana göre, özenle seçilmiş ve mantık çerçevesinde kurulmuş sözlü argümanlar; ton, duruş ve yüz ifadesi gibi söze eşlik eden (ve ikincil) işaretlerden daha önemli olmalı. İnternetin sevdiğim yönü bu: insanların kişiye has mimiklerini ortadan kaldırıyor ve ellerinde sadece kelimeleri bırakıyor. Bu, kişilerarası durumlar için bir sürü problem oluştursa da, trolleme ve kötüye kullanım yokken internet; düşünce, tartışma, argüman ve fikir alışverişi için fevkalade yararlıydı. İnternetin bu özelliğini her zaman iyi bir şey olarak görmüşümdür. İnsanların karakterlerinden çok fikirlerini analiz eden biri olarak, çevrimiçiyken kaçırdığım bu beden dilinin yarattığı etkinin beni ilgilendirmeyen bilgiler içerdiğinden şüphe etmek için hiçbir sebebim olmamıştı. Bu yüzden, kişilerin söz veya argümanlarının değil, duygularının yol açtığı keskin bir entelektüel görüşe dönüşen, sözlü olmayan ve oldukça etkili duygulara dayanan bir durumla karşılaşmak benim için büyük bir sürpriz oldu. .
Geçen hafta sonu, arkadaşlarım -ve bazen birlikte eylem yaptığım- Sian, Helen ve Shabana ile birlikte ‘Kızkardeşliği yeniden düşünmek‘ isimli bir FWSA konferansında kadın alanlarını tartışan bir paneldeydim. Her biri, kadınlara özel örgütlenme ve bu bağlamda kızkardeşliği anlamlandırma ve hayata geçirme olanakları hakkında gerçekten değerli içgörüler sundu; burada bu konuya girmeyeceğim ama bunun için Sian’ın bloguna bakabilirsiniz. Panelin bu yazıyla ilgili olan kısmı, oturumun sonlarına doğru bir dinleyicinin trans kapsayıcılık ile ilgili sorusuyla gündeme geldi: Paneldekiler, kadınlara özel alanların kendini kadın olarak tanımlayan herkese açık olması gerektiğini düşünüyor mu, düşünmüyor mu?
Yani… Bu soruya kimsenin yanaşmak istemediğini az çok tahmin edebilirsiniz. Hepimiz ne olacağını biliyoruz, değil mi? Söylediğin şey ya bağnaz, transfobik ve dışlayıcı olarak ya da kadın karşıtı, ataerkilliğe yaranma ve duyarsız olarak değerlendirilecek. Orta yol yok, herkesi memnun etmenin bir yolu yok ve açıkçası çoğu zaman kimseyi memnun etmenin bir yolu yok. Bu yüzden, hepimizin bu sorunun oturumun geri kalanını tamamen dağıtmasına izin vermemek adına bir yol bulmaya çalıştığı uzun bir kıpırdanma oldu ve ben sonunda aşağıdaki yorumu bir cevap olarak sundum:
Benim için, güvenli alanlarda dışarıda bırakma ve kapsama ile ilgili önemli nokta, kimin dahil edildiği veya kimin dışarıda bırakıldığı değil; feministler olarak kendimizi rıza ilkesinden yükümlü tutmamız. Bu, şu anlama geliyor, bir grup kadın bizi herhangi bir gerekçeyle dışarıda bırakmak istese bile, bize bu gerekçeler ne kadar gayri meşru gelse de, feministler olarak ilk görevimiz onların sınırlarına saygı duymak ve bu sınırları ihlal etmemek ya da ihlal edilmelerine sebep olmamaktır.
Argümanımı örneklemek için elimle bir çeşit “Dur!” işareti yaparak, avuç içim izleyicilere dönük olacak şekilde şunu söyledim: Sihir (yani feminist politika) elin bu tarafında ya da o tarafında gerçekleşmez. Sihir, elin kendisindedir: Praksis ‘hayır’ demek ve buna saygı duyulmasıdır.
Argüman, dinleyiciler tarafından genel olarak olumlu karşılandı ancak aralarından en az bir radikal feminist, bu cevabın bir geçiştirme olduğunu ve yöneltilen sorunun altında yatan gerçek soruyla -“kadın nedir/kimdir?”- yeterince doğrudan ilgilenilmediğini düşündüğünü söyledi. Tanımın mı eylemin mi önce geldiği sorusu oldukça karmaşık bir soru ve bu soru salt akıl ile değil, feminist topluluklar içerisinde praksis ile çözümlenmekte. Dolayısıyla bu soruya burada değinmeyeceğim. Esasen varmaya çalıştığım nokta, bu yoruma dinleyicilerin birinden gelen oldukça tepkili bir yanıttı.
Bu kadın (ona Angela diyeceğim) kendi duygu durumunu anlatarak konuşmaya başladı: çok üzgün olduğunu, bu konuya verdiği duygusal tepki seviyesine şaşırdığını söyledi. Angela bize bu tepkisinin fiziksel belirtilerini anlattı: dediğine göre, bacakları jöle gibiydi, kalbi hızlı hızlı atıyordu, paniklemiş ve yüzü kızarmıştıi. Yani bize (daha çok bana hitap ettiğini düşünüyorum şahsen ama biraz benmerkezci yaklaşmış olabilirim), sözlerimizin onda bir tür travma tepkisine yol açtığını, tam bir psikolojik sıkıntıya neden olduğunu söylüyordu. Sonrasında da, benden bir kadın olarak müştereklik talep eden birini, nasıl alanıma kabul etmeyecek kadar empatiden yoksun olabileceğimi anlayamadığını söyledi. Ayrıca, yasak koyan, dur diyen el işaretimi ‘inanılmaz derecede agresif’ bulduğunu belirtti.
İlk tepkim sinirlenmek oldu: burada sakin bir şekilde konuşulması ve tartışılması gerektiğini düşündüğüm bir şey için dikkatle bir argüman kurmaya çalışıyorum ve bu kadın duygularımı manipüle ederek kendi bariz sıkıntısını kullanıp üste çıkmaya çalışıyor. Ne mantıksız! Ne çocukça! Ne kaba! Ama daha sonra, her şeyi gereğinden fazla mantık çerçevesinde oturtmaya çalışan yanımla, o oturumda ne olduğunu düşünmekten ve gerçekten anlamaya çalışmaktan kendimi alıkoyamadım.
Oturumda ve aslında lezbiyen ayrılıkçılığı, radikal feminizm, kadınlara özel alanlar ile kadınların otonomisiyle ilgili diğer politikalar üzerine tartışmalarda çokça yaşanan şeyin ne olduğunu düşündüğümü açıklamak için üç kavramdan bahsetmem gerekiyor: ahlaki tiksinti, tekinsiz vadi ve gey paniği.
Bunlardan ilki, ahlaki tiksinti, oldukça tanıdık bir kavram. Onun için, Michael Hauskeller’in 2006’da yazdığı bir makalede önerdiği tanımı kullanacağız: “rasyonel ifadelerle tam olarak açıklanamayan güçlü ahlaki hoşnutsuzluk hissi”. Liberaller, özellikle başkalarının cinsel pratikleri konusunda, ahlaki tiksintilerinin düşük seviyede olmasıyla gurur duyarlar. Bu nedenle, sağcıların eşcinsellik gibi bazı şeylere karşı olmalarını ‘fobi’ -temelde ahlaki tiksintiden kaynaklanan irrasyonel korku- olarak kavramsallaştırmaya meyilliyiz. Aynı nedenden dolayı transfobi, orospufobi, şişmanfobi, femfobi gibi terimlerle birlikte ‘fobi’ çerçevesi, benim görebildiğim herhangi bir sorgulama olmadan, orada da uygulanmak üzere sosyal adaletçi sola da başarıyla taşındı.
Ama işte karşımda tamamen, kelimenin her anlamıyla fobik tepki gösteren biri vardı. Angela benden korkuyordu, acımasız “Dur!”umdan korkuyordu. Tam da homoseksüel ilişkileri suç haline getirmeye ya da ötekileştirmeye çalışan muhafazakâr aktivistler gibi kendi tepkisinin duygusallığını, güçlü bir ilerici/liberal ahlaki argüman olarak kullanıyordu: Beni üzdün, dolayısıyla haklıyım. Burada n’oluyordu?
Neler olduğunu açıklamak için diğer iki konsepte bakalım: tekinsiz vadi ve gey paniği. Birincisi insansı robotik dünyasından geliyor. Robotlarla çalışan araştırmacılar insanların; hiç insana benzemeyen, biraz insana benzeyen ve kesinlikle inandırıcı bir şekilde insan gibi görünen robotlara duygusal olarak yüksek düzeyde rahatlık hissederek tepki verdiğini bulmuş. Ancak robotların neredeyse inandırıcı ama tam da inandırıcı olmayan insan özelliklerini sergilediği noktada, insanların hissettiği rahatlık seviyelerinde dramatik bir düşüş (adının “vadi” olmasındaki sebep bu) tespit edilmiş. Bunun nedeninin ne olabileceğine dair pek çok teori var ve kesin bir açıklama yok ama bu bizi ilgilendirmiyor. Dikkat çekmek istediğim tek şey, iki kategoriden birine (makine/insan) düzgün bir şekilde uymayan, her ikisinin de özelliklerini yetersiz seviyede sergileyen ama tam olarak ikisi gibi de görünmeyen bir nesneyle yüzleşmenin verdiği rahatsızlık. Bu konsept; insanların translara olan tepkileriyle (kesinlikle kadın olmadığı belli olan ve dolayısıyla rahatsızlığa neden olmayan) drag queen’lere ve pandomim hanımlarına, (tamamen dişil bir görünüşe sahip olduğundan trans olduğunu bilsek de rahatsızlığa neden olmayan) toplumun kadın algısına uyan trans kadınlara ve (tam olarak ne kadın kategorisine ne de erkek kategorisine yerleştirilebilen ve dolayısıyla kamuoyundan gelen düşmanlığın ve rahatsızlığın hedefi olan) toplumun kadın algısına uymayan trans kadınlara ve cross-dresser’lara[1] yönelik genel algı üzerine düşünmek için faydalı olabilir. Bu, test edilmesi gereken bir hipotez, tabii ki kanıtlanmış bir fenomenden ziyade benim sezgim ama bence üzerine düşünmeye değer.
Son olarak, ‘gey paniği’, eşcinsellere yönelik şiddet içeren suçlar işleyen erkeklerin savunmasında (bazen başarılı bir şekilde) kullanılan yasal bir mekanizmadır. Birisinin eşcinsel (ya da transseksüel – bu savunmanın kullanımı transları hedef alan nefret suçları kategorisine de taşındı) olduğu öğrenildiğinde bazı insanların, aslında erkeklerin, geçici delilik gibi işleyen ve erkeklerin şiddete başvurmalarına ve bunun müsebbibi olan kişiyi döverek ya da öldürerek yok etmeye çalışmalarına sebep olan kontrol dışı bir panik hissine kapıldığı iddia ediliyor. Esas itibarıyla bu savunma, bu hissin içgüdüsel etkisinin karşı konulamaz bir savunma (ve dolayısıyla saldırma) güdüsüne yol açabilecek boyutta olduğunu iddia ederek ahlaki tiksintiye dayanan şiddeti meşrulaştırıyor. Bu adamlar bu kadar korkuyorlarsa neden arkalarını dönüp kaçmıyorlar diye bana sormayın. Bunun pek de ikna edici olmayan bir argüman olduğunu düşünüyorum, aksine bu argümanı erkek şiddetini kaçınılmaz ve önlenemez gibi göstermek için bir bahane olarak görüyorum (bana bilmediğim bir şey söyle gibi).
Bence liberal feministler ve trans aktivistler transfobiden bahsederken radikal feministleri bir tür “trans paniği”, belirsiz görünüşlerinin tekinsizliğine bağlı olarak ahlaki tiksintilerinden ötürü trans kadınlara şiddet uygulama ya da en azından onlarla aralarına mesafe koyma arzusu ile suçluyorlar. Bu yaklaşımın hatalı olduğunu düşünüyorum: yukarıda da söylediğim gibi, dişilere özel her türlü alan için rasyonel argümanların kurulması gerekiyor ve radikal feministler; trans kişilerin tüm haklarını ve insanlığını, ilerici dünya görüşüne göre suçlu bulunan tiksinti duygusuyla reddetmekten ziyade bu argümanları kurmaya çabalıyor. Bence bu hata, insanların radikal feminist argümanlara Angela gibi tepki vermesine neden oluyor: “radfem paniği” ile, “rasyonel ifadelerle tam olarak açıklanamayan,” sadece oluveren bir tür ahlaki tiksinti ile tepki veriyoruz.
Neden? Peki ya kendi sosyal ve cinsel sınırlarını belirtmek, savunmak ve kontrol etmek isteyen kadınlar bu içgüdüsel panik tepkisinin nedeniyse? Çok zararsız bir istek gibi sanki: bize bu küçük alanlarımızı bırakın sadece. Hayatınızı yaşayın, düşünün, yazın, organize olun, bizimle birlikte çalışın, bizimle ittifak kurun ancak yalnız kalmak istediğimiz bazı alanlara sahip olma talebimize saygı gösterin. Yani böyle söyleyince, bu fikri reddetmek tamamen akıl almaz gibi gözüküyor, değil mi? Örneğin kadınlardan başka kim, çocukluk çağında yaşadığı cinsel travma deneyimlerini konuşmak için küçük bir özel alandan bile mahrum bırakılırdı? Bu sınırları ihlal etmekten ve bu alanlara istenmeyen bir şekilde dahil olmaktan ne elde edilebilir ki?
Valla ben şöyle düşünüyorum: Bence (diyeceklerimin kulağa biraz şaşaalı geldiğini biliyorum ama çok büyük ve etkileyici duyguların yaşandığı bir hafta sonu geçirdim) trans kadınların kadınlara özel alanlara dahil edilmesine dair radikal ve liberal feministler arasında geçen tartışma, Angela’nın “Dur!” işaretime verdiği tepkiyle özetlenebilir. Bunun nedeni de, birçoğumuza göre, itaatkâr olmayan kadının, toplumun kadın algısına uymayan trans kadınlar gibi, toplumsal cinsiyetin tekinsiz vadisinde yer almasıdır. Kadın diretir:
“Ben nüfuz edilebilir, içine girilebilir, her şeyi bünyesinde barındıran bir şey değilim. Girmeye izninizin olmadığı fiziksel ve psişik benliğimin bir sınırı, tanımı ve limiti var. İmtiyazınızın olmadığı sahih bir öznellik barındırıyorum. Kiminle empati kuracağıma, bakım ve emeğimi kime bahşedeceğime karar verme hakkı benimdir; bunları alacaklıymış gibi talep etmeye hakkınız yok. Sadece bana ait olan, sadece benim anlayabileceğim ve sadece benim denetlemem gerektiği konusunda direttiğim, gerçek ve somut bir deneyim olan bir “ben” var. Bir erkek kadar tamı tamına bir insanım. Ben bir bireyim ve sınır çizme hakkıma saygı göstererek insanlığıma saygı duymanızı talep ediyorum. Buradan. Asla. Geçemezsin.[2]”
Bu kadın bir çeşit canavar, dilimizin bile kifayetsiz kaldığı bir sapma. O tekin değil; o ne bir erkek ne de tamamen bir kadın çünkü kadın olmak yukarıdakilerin hepsinin tam tersi olmak anlamına gelir. Kadın olmak; nüfuz edilebilir, uysal, açık, kapsayıcı olmaktır. Feminenliğin kendisi kapsayıcılıktır. Bir yasaklama hareketi olarak kaldırılan agresif el feminenliğin antitezidir ve diğer her açıdan bir kadın gibi görünen ve davranan benim gibi birinin bu sınırı aştığını görmek kafa karıştırıcı ve muhtemelen korkutucu olmalı. Pek çok kadının, kadınlardan oluşan grup ve toplulukların ayaklanıp şunu demesi daha da korkutucu olmalı: Yeter. Kapsamayacağız. Bu bizim alanımız ve buraya kimin girip çıkacağına karar verme hakkı bizim.
Yukarıdakilerin hiçbiri ille de “trans kadınlar kadın mıdır, değil midir” tartışmasıyla ilgili olmak zorunda değil. Kadının ne olduğunu kim bilebilir? Ben bilmediğime eminim. Batı düşünce tarihinde daha kötü tanımlanmış bir kavram pek yok çünkü bu kavram, en az son üç bin yıldır uğraşmaya değer bile görülmemiş. Herkes kadının ne olduğunu biliyordu: o, tüm yaşamı muhafaza etme ve onun kaynağı olma mutlak işlevinden oluşan doğurganlığında pasif ve sessiz, sınırları belirsiz bir Öteki’ydi. Onun mülke hakkı yoktur çünkü onun biçimsizliği ve sınırsızlığı, mülklerin elinden ve dışarıya kaymasına neden olur. Bilmeye hakkı yoktur çünkü hangi düşüncelerin aklına doluşacağını ve hangi düşünceleri meydana getireceğini kontrol edemez. Bedeninin içine, üstüne kimin erişebileceğini ve bedeninden kimin çıkabileceğini söylemeye hakkı yoktur: bedeninin işlevi sadece kabul etmek [içine almak] ve barındırmaktır. Yapabileceği tek şey hissetmek ve bünyesinde bulundurmaktır.
Başka görüşlerin de mevcut olduğu ortaya çıkınca bu görüşlerin ‘rad-paniğe’ neden olması gerçekten şaşırtıcı mı?
Çeviri: Daniela
Redaksiyon: melis
[1] Cross-dresser, karşı cins ile özdeşleştirilmiş kıyafetleri giyen kimseye denir.
[2] Yüzüklerin Efendisi serisindeki Gandalf karakterinin ikonik repliği.